Bulutların Üzerinde - Kitap kapağı

Bulutların Üzerinde

Lacey Martez Byrd

İkinci Bölüm: Neredesin Sen?

RIVER

“Beni bırakıp gideceğine inanamıyorum.”

Maria kitaplarını dolabına yerleştirirken söyledi.

“Biliyorum… Ama artık burada kalamam. En azından ağabeyim var. Eğer o olmasaydı… Kim bilir ne olurdu?”

Jackson olmasaydı, ne olacağını düşünmek bile istemiyordum.

“Şimdi diğerleriyle ilgili kime gidip söyleneceğim? Söz konusu aptalları bizzat kendilerine şikayet edemem, değil mi?”

Maria bu okulda birlikte vakit geçirebileceğim tek kişiydi.

Diğer tüm kızların gün boyu yaptıklarının aksine, burada okul için bulunduğumuzun farkında olan benim dışımdaki tek kızdı. Onu yanımda götürebilmeyi çok isterdim. Bu okul onu hak etmiyordu.

“Hayır, elbette yapamazsın. Ama seni her gün arayacağım için bana istediğin kadar dert yanabilirsin.”

Dolabını kapatmadan önce, “Anlaştık,” dedi.

***

İki gün sonra, havaalanından çıkıp bambaşka bir hayata adım atarken etrafta ağabeyimi arıyordum. Hangi cehennemdeydi? Tam bunu düşündüğüm anda arka cebimdeki telefonum çaldı.

“Neredesin?”

O an alo diyecek durumda değildim.

“Benim işte halletmem gereken bir mesele var. Ama arkadaşım seni almak için orada, beyaz Bronco’nun içinde bekliyor.”

Bronco ile sürücü koltuğundakini görene kadar, yolcuların gelmesini bekleyen tüm arabalara tek tek baktım…

Yunan mitolojisi kitabıma gömülerek saatler harcamıştım, ama öğretmenim Bayan Macrom’un Yunan tanrısı Apollo’ya takıntısını dinleyerek daha da fazla zaman geçirmiştim.

Öğretmenim onun tanrıların en yakışıklısı olduğunu söylerdi, bu yüzden onun modern zamanlarda inanılmaz ateşli olması gerektiğini düşünürdüm.

Altın sarısı saçları olan bronz tenli adam yüzünde çatık bir ifadeyle Bronco’nun kapısını açtığında, tek düşünebildiğim bir insanın bu denli Yunan tanrısına benzememesi gerektiğiydi.

Ağabeyim hâlâ konuşuyor olmasına rağmen ona ne diyeceğime dair en ufak bir fikrim yoktu. Çünkü yabancı adamın muhteşem yüzünü incelemekle fazlasıyla meşguldüm.

Kaşları çatık olmasına rağmen beni alacağı için ne kadar heyecanlı göründüğünü anlayabiliyordum. Bavulumu arkamdan çekerken ona doğru yürüdüm.

“Onu gördüm. Sonra görüşürüz, Jackson.”

Onunla konuşmak için ağzımı açmadan önce telefonumu cebime attım ama o benden hızlı davrandı.

“Sen River mısın?”

“Evet. Ama Jackson bana senin adını söylemedi, sadece beni almaya geldiğini biliyorum.”

Bavulumu alıp arka koltuğa attıktan sonra omzumdaki çantayı kaptı.

“Adım Beau ve ağabeyin tam bir aptal. Bugün işten izin almayı unutmuş.”

“Bu konuda asla tartışamam.”

Güldüm.

Yolcu kapısını açmak için uzandı.

Demek ki centilmenlik hâlâ ölmemişti.

Yanımdan geçip sürücü tarafına binerek hiç vakit kaybetmeden yola koyuldu.

“Beni aldığın için teşekkürler. Taksi çağırabilirdim.”

“Taksi mi? Hayır, bu çok tehlikeli.”

Ona baktığımda yine kaşlarını çatarak bana baktığını gördüm. Tanrım, onu kızdırmak çok kolaydı.

Cevap vermek için ağzımı açsam da, yine benden önce davrandı.

“Nereden baksan 130 kilometre mesafe var, bu da taksinin çok fazla tutacağı anlamına geliyor.”

Bekle, biraz önce cidden 130 kilometre mi dedi?

“Aman Tanrım, haklısın. Ağabeyim tam bir aptal. Beni almak için buraya kadar gelmek zorunda kaldığın için çok üzgünüm.”

Mesafeyi duyduktan sonra berbat hissettim.

“Aç mısın? Yemek falan ısmarlayayım. En azından bunu yapabilirim.”

Özel ders işinden kazandığım paranın çoğunu biriktirmiştim. Ona bu paranın birazıyla yemek ısmarlayabilirdim.

Ona baktığımda yine kaşlarını çattığını gördüm. O an bunun yüzünde her zaman olan bir ifade olduğunu düşündüm.

Ne dedim ben şimdi?

Başka bir şey söylemedi. Sadece eğilip radyonun sesini açınca, ben de bunu arkama yaslanıp sessiz olmam için bir işaret olarak aldım.

Zaten beni almak için buraya kadar zahmet etmişti, bu nokta onun için yapabileceğim en iyi şey verdiği sinyalleri okumaktı.

Birkaç dakika sonra şarkı bitince Beau eğilip kanalı değiştirerek, klasik rock kanallarından birine geçti.

“Bu şarkıyı sevmedin mi?” diye sordum.

“Hayır, uygun değil.”

Uygun değil mi?

“Ne? “

Bana bakıp iç çekti.

“Bunu dinlememelisin.”

Ne oluyordu?

“Durum şöyle… Jackson taşındığından beri hep tek başımaydım. Bu yüzden müzik bana zarar verecek değil.”

Onun tarafından bir ses gelince, güldüğünü anlamam birkaç saniyemi aldı. Gülebileceğinden emin değildim ama Tanrım, bu en azından beklediğim kadar korkunç bir ses değildi.

“Neden gülüyorsun?”

“Senin bu denli… Neşeli olacağını tahmin etmemiştim.”

Kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturup ona kaşlarımı çatarak karşılık verince, o daha da fazla gülmeye başladı. Bu adamın nesi vardı böyle?

“Kendini hazırla, bu daha hiçbir şey.”

“Anlaşıldı.”

Sinyal verip otoyola girdi.

Sessiz kalıp onu sessizlikle huzursuz etmek istiyordum ama sessiz kalırsam ben de huzursuz olacaktım.

“Kurabiye sever misin?”

Çenemi kapalı tutamıyordum.

Boğazını temizledi.

“Evet.”

“Eve vardığımızda kurabiye yapacağım. Jackson’da tüm malzemelerin olduğunu biliyorum çünkü kurabiye yapmam için başımın etini yiyordu. Bunu iyiliğinin karşılığı olarak görebilirsin.”

“Ne tür kurabiyeler?”

“Fıstık ezmeli yulaflı.”

“Fıstık ezmesine bayılırım.”

Bunun üzerine bana sırıttı.

Yüce İsa aşkına, neden bunu yapmak zorundaydı?

“Daha ne kadar yol var?” Ne kadar yakışıklı olduğunu görmezden gelmeye çalışarak sordum.

“Yaklaşık kırk beş dakika.”

Kırk beş dakikalık sessizlikten sonra Jackson'ın evine yanaştık.

“Bir saatten önce dönmez ama o gelene kadar seninle kalacağım.”

Bavulumu arka koltuktan çıkarırken teklif etti.

“Hayır, bunu yapmana gerek yok. Benim için sorun değil.”

Ona yalnız kalmaya alışık olduğumu, bir süredir de yalnız olduğumu söylemek istedim ama bana bakışına bakılırsa bu onu daha da sinirlendirecekti.

“Yalnızlığın sorun olmayacağından eminim ama ben yine de kalacağım.”

Çantamı omzuna atıp giriş kapısına doğru yürürken bavulumu arkasından çekti. Kapının kilidini açıp girmemi işaret etti.

Oturma odasının bu kadar ak pak olması beni şaşırttı. Bu benim birlikte büyüdüğüm Jackson olamazdı. Onun odası öyle dağınık olurdu ki yeri bile görmek mümkün olmazdı ama burası tertemizdi.

“Senin için hangi odayı ayarladığından emin olmadığım için eşyalarını buraya bırakıyorum.”

“Tamam,” dedim ama etrafa bakmaktan söylediklerine konsantre olamamıştım. Mutfağın yolunu bulduktan sonra dolapların içlerine bakmaya başladım.

Jackson'ın elektrikli tenceresi mi vardı?

Elektrikli tencereyle ne işi olabilirdi?

Yine de hiç kullanılmamış gibi görünüyordu. Dolapları kurcalamaya devam edince, Jackson’da olmasını hiç beklemediğim mutfak aletleriyle karşılaştım.

Kilerine doğru yönelip kurabiyeler için gerekli tüm malzemeleri kollarıma doldurarak kilerin kapağını ayağımla kapattım, ama o anda Beau’nun kapının ardında duran cüsseli vücuduyla karşılaştığımda ödüm koptu.

“Yardım ister misin?”

Tanrım bu adamın uyarı zili gibi bir şeye ihtiyacı vardı.

Cevap vermeyince malzemeleri ellerimden alıp tezgâhın üzerine yerleştirme görevini üstlendi.

Beau dolapları karıştırırken, “Mikseri buralarda bir yerde olmalı,” dedi.

Neden hâlâ buradaydı? Başka bir işi yok muydu?

“Yardım etmek zorunda değilsin.”

Ona baktım. Ona bu sefer gerçekten baktım.

Biraz kestirmeye ihtiyacı var gibiydi. Ama gözleri… Onlar neredeyse hipnotize edici göründüğünden, derin mavi gözlerinden bakışlarımı kaçırmak zorunda kaldım.

“Yardıma ihtiyacın olmadığını biliyorum, ama ben yardım etmek istiyorum.”

Ama neden? Bunu sormayı çok istiyordum.

Ama bunu sormak yerine ona ölçü kaplarıyla fıstık ezmesini uzattım.

Bir saat sonrasında, ağabeyimin mutfak masasında karşılıklı oturmuş, kurabiyelere bakıp onların mideye indirebileceğimiz kadar soğumasını bekliyorduk.

Tam bir şey söylemeye yeltendiğinde ben de oturduğum yerde doğrulup tüm dikkatimi ona verdim, ama o esnada giriş kapısı açılınca ağabeyim hızla içeri girip bana doğru atıldı.

“Riv! Gelir gelmez kurabiye mi yaptın?”

Beni sandalyeden çekip kollarına aldı.

“Evet... Jackson, ama beni çok sıktığın için nefes alamıyorum.”

Zar zor bağırdım.

“Ah, üzgünüm.”

Beni tekrar yere indirse de bırakmadı.

“Vay anasını! Bu da ne böyle? Burası çok güzel kokuyor.”

Giriş kapısından başka bir adam içeri girdiğinde birden bunun sıradan bir durum olduğu hissine kapıldım.

“Ağzını topla.”

Hem kardeşim hem de Beau aynı anda yeni adamı tersledi.

Yeni gelen adam başını yana eğmiş, ikisine de akıllarını kaçırmışlar gibi bakıyordu.

Beau kaşlarını kaldırdığında yeni adamın sorgularcasına ona baktığını görebiliyordum ama Jackson, Beau’yu bu zahmetten kurtardı.

Jackson beni yanına çekerek, “Küçük kız kardeşim geldi,” dedi.

Evet, istesem de istemesem de oradaydım.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok