Vampirlerle Büyümek - Kitap kapağı

Vampirlerle Büyümek

Sarah Jamet

0
Views
2.3k
Chapter
15
Age Rating
18+

Summary

Safkan vampir Rose Mcnoxnoctis, bir araba kazasında yetim kalmış bir insan bebeği evlat edindiğinde hem ailesi hem de arkadaşları aklını kaçırdığını düşünür. Küçük Eleanor tehlikelerle çevrili olarak büyür. Hoş kokulu kanı en yakınındakileri cezbederken, ölmesini isteyen güçlü canavarları da kendisine çekmesine sebep olur. Bu canavarların bilmediği şey Eleanor’un vampir toplumunu sonsuza dek değiştirecek bir sır taşıyor olduğudur...

Yaş Sınırı: 18+

Fazla göster

85 Chapters

Chapter 1

Bölüm 1

Chapter 2

Bölüm 2

Chapter 3

Bölüm 3

Chapter 4

Bölüm 4
Fazla göster

Bölüm 1

ROSE

Vitray süslemeli pencereden dışarı baktım. Çığdan sonra etraf dingindi. Gök, yer, ufuk bembeyazdı.

Taze kar tabakası gri bulutlardan süzülen ay ışığında yere dağılmış elmas parçaları gibi parlıyordu.

Çorak arazide ne bir ses ne bir hareket vardı. Her şey karın içine gömülüp gitmiş gibiydi.

Pencereden uzaklaşıp, kahverengi, deri çizmelerimi ayağıma geçirip pantolonumun paçalarını içine soktum.

Bağcıklarımı bağlayıp, ayağa kalkıp siyah bluzumu düzelttim.

Katedralin altın, mücevher süslemeli, büyük kapısına yürüdüm. Bir elimle yüzüme düşen saçları kulağımın arkasına atarken diğer elimle kapıyı ittim.

Kapı binanın duvarına çarpınca içeriden homurtular yükseldi.

Dışarı çıkıp tertemiz kara ayak bastığımda tatlı bir hışırtı duydum. Hava buz gibi olsa da aldırmadım.

Kapıyı kapatıp, bembeyaz vadiye koşarak gecenin karanlığına karıştım.

Ağaçların karla kaplı dallarını her an üzerime düşürecek kadar sert bir rüzgâr esiyordu.

Tok bir ses “Merhaba anne,” deyince ışık hızıyla arkama döndüm.

Aric karşımdaydı. Üstüne hafifçe esen kutup rüzgârına rağmen çıplak göğsündeki tek bir tüy bile kıpırdamıyordu.

Hafifçe gülümsedi.

“Mühendis oldum,” dedi, diplomasını uzatırken. “Aslında bir doktor demeliyim,” dedi, daha da büyük bir gülümsemeyle. Diplomayı incelerken hafifçe kıkırdadım.

“Tekrar, aferin sana!” diyerek geri verdim.

“Teşekkürler,” deyip arka cebine koyarken etrafındaki donmuş topraklara baktı. Havayı kokladığında kaşları çatıldı.

“Çok şiddetli bir çığdı. Hiç av kokusu alamıyorum.”

“Biliyorum,” dedim, etrafa bakarak. Havada kar kokusundan başka bir şey yoktu. “Toprağa gömülmemiş bir şey bulabilmek için çok uzağa gitmem gerekecek.”

“İstersen seninle gelebilirim. Bir haftadır bir şey yemedim,” dedi, mavi gözlerini kocaman açarak. Gülümseyip başımı salladım.

“Hayır, sen gidip babanla büyükannene diplomanı göster. Eminim büyükannen çok gurur duyacaktır. Bu yüzyılda bir mühendisin ne iş yaptığı hakkında hiçbir fikri olmadığını biliyorsun. Ben öğle yemeği bulup döneceğim,” dedim.

Kısa bir tereddütten sonra uysalca başını salladı.

“Peki. İyi avlanmalar, anne.” Küçük bir gülümseme verip, katedralin ağır kapısından girip gözden kayboldu.

Tekrar yalnız kalınca havayı koklayarak küçük vadiden güneye ilerlemeye başladım.

Birkaç tavşan ya da geyik yavrusuna rastlasam da hepsi donmuştu. Kanları içilemeyecek kadar suluydu.

Otoban kenarına ulaştığımda burnuma soğuk bir katranla benzin kokusu doldu. Yakından bakınca yolun çığdan kalan bir kar tabakasıyla kaplı olduğunu fark ettim.

Kara bata çıka ilerledim. Yolun her iki kenardaki yüksek bariyerler tamamen karla kaplıydı. Bazı ağaçlar yerlerinden sökülüp yola düşmüştü.

Bir mil kadar ötemde yolun ortasına devrilmiş bir araç olduğunu gördüm. İnsanlar için büyük bir trajedi iken benim için taze kan demekti.

Saniyeler sonra arabanın büyük sarı kapısını söküyordum. Burnuma sıcak bir kan kokusu doldu.

Ön koltuğa dolmuş karları temizlerken küçük bir çırpınma sesi hissedip genç, taze bir kan kokusu aldım.

Boğazım yanmaya, vücudum ısınmaya başladı. Heyecandan koltuğu saniyeler içinde temizledim.

Karşımda genç bir çifte ait donmuş iki ceset vardı. Erkek olanın gözleri kocaman açılmıştı. Yüzündeki ifade korkudan çok endişeyi andırıyordu.

Beyaz tenine dökülen sarı saçları donmuştu. Çırpınma sesi ondan gelmiyor olsa da vücudundaki kan kokusunu alabiliyordum.

Yarılmış başından akan kan alnına dökülüp kurumuştu. Bileğine bakınca nabzının atmadığını gördüm. Kanı soğuktu.

Damarına yaklaşıp dişlerimi geçirdiğimde bileği pıt diye açıldı. Dilimi taze yaraya bastırıp kanını emmeye başladım.

Tadı acı ve suluydu. İçebildiğim kadar içip kucağındaki kadına ilerledim. Onun da alnında bir yarık vardı.

Yüzü soğuk ve mordu. Gözleri sımsıkı kapalıydı. Kucağında küçücük bir şey tutuyordu. Meraklanıp, buz tutup sertleşmiş kollarını açmaya çalıştım. Pat diye geri düştüler.

Kollarını tekrar açtığımda küçük bir kundak tuttuğunu gördüm.

Bütün vücudumu yoğun bir açlık sardı.

Kollarımdaki bebeğe baktım. Küçük kalbi hızlı hızlı atıp sıcak kan pompalıyordu. Hâlâ hayattaydı.

Korkunç kazadan burnu bile kanamadan kurtulmuştu. Sadece çok üşüyordu. Nefesi hırıltılıydı.

Narin vücudu nemli battaniyenin içinde titriyordu.

Gözlerimi üstünden ayırmadan ağzıma götürdüm. Kalp atışları hem zihnimi hem bedenimi doldurdu. Kanı çok güzel, çok taze kokuyordu. Gözlerimi kapatıp avcı içgüdülerimin devreye girmesine izin verdim.

Gerçekten kolay bir av olmuştu. Ağzımı açıp dişlerimi kan akışını hissedebildiğim boynunda gezdirdim.

Dudaklarımı şah damarının üstüne bastırdım. Tam ısıracağım sırada ufak bir kıkırdama duydum. Gözlerimi açıp ona baktım.

Onun da bana baktığını görünce içime bir sıcaklık yayıldı. Aric doğduğu gün kucağıma aldığımda hissettiğime benzeyen bir sıcaklık…

Gözlerimi bebekten ayırmadan boğazımdaki yanma hissinin geçmesini bekledim. Kalbimde hissettiğim sıcaklık tüm benliğime yayıldı. Birden dayanılmaz bir koruma arzusu duydum.

Önce yüzüme şaşkın şaşkın baktı. Sonra yüzünü buruşturup ağlamaya başladı. Sesi hem beynimde hem arkamdaki dağlarda yankılandı.

Onu sımsıkı kucaklayıp arabadan çıktım.

Soğuk rüzgârların estiği yolun ortasında durup yüzüne baktım.

Tir tir titriyordu. Burnu kıpkırmızı olmuş, gözleri soğuktan kısılmıştı. Pembe teninin altındaki kan akışının hızlandığını hissedebiliyordum.

“Buradayım, güzel bebek. Seni kurtardım. Artık yanındayım. Lütfen ağlamayı bırakır mısın?” dedim, yumuşak bir sesle. Yanağını hafifçe okşayıp taze kan kokusunu içime çektim.

Eğilip alnından öptüm. Geri çekildiğimde artık ağlamıyordu.

Yaşlı gözlerini gözlerime dikti. İçinde mavi beneklerle, siyah hareler olan sıra dışı güzellikte, orman yeşili gözleri vardı.

Korku ya da üzüntü ile bakmayan, sımsıcak gözler…

Bedeninden yayılan sıcaklık güneş gibi parlak; fakat ondan daha yumuşak, daha az ölümcül bir alevle parlıyordu.

“Biraz daha büyük olsaydın,” dedim, küçük bir gülümsemeyle. “Şu an hayatta olmazdın...”

Tekrar gözlerini kırpıştırdı.

Dudaklarımı yaladım. Anlaşılan öğle yemeği için biraz daha beklemem gerekiyordu.

Onu giderek şiddetlenen rüzgârdan korumak için göğsüme bastırdım.

Gözlerimi üstünden ayırmadan, kalp atışını dinleyerek otobandan çıktım.

Rüzgârı arkama alınca hızlandım. Gözlerimi potansiyel avlarımdan ayırmadan beyaz vadide koşmaya başladım.

Donmuş bir tavşan görünce durdum. Kanı çok sulu olduğu için fırlatıp yoluma devam ettim.

Kısa bir süre sonra katedralin önündeydim. Yavaşlayıp kucağımdaki bebeğe baktım. Kocaman, güzel gözleriyle etrafa bakıyordu.

Kalın, ahşap kapıları itip büyük salona girdim.

Kalın, kırmızı mermer sütunlarla, İsa ve haçını tasvir eden vitray camlarla kaplı uzun bir odaydı.

Altın rengi, çiçek desenli kemerli tavanından on metre uzunluktaki zincirlere bağlanmış dört büyük avize sarkıyordu.

Bej, taş duvarlar antik duvar halıları ile heykellerle; yerler ise yer yer çizilmiş, eski kırmızı mermerlerle kaplıydı.

İkinci katta neredeyse tüm duvarı kaplayan devasa bir altın org vardı.

Ayaklarımı yere vura vura odanın diğer tarafına yürüdüm. Sağımda, önüne dört yetişkininin sığabileceği büyüklükte bir şömine vardı.

Tam ortasında bütün odayı ısıtan, üstümdeki karları eritmeye başlayıp bebeğin battaniyesini sırılsıklam eden büyük bir ateş yanıyordu.

Tam karşısında da oldukça gösterişli sandalyeleri olan uzun, geniş bir ahşap masa vardı.

Ateşin karşısına geçip bebeğin yüzünde dans eden gölgelere baktım. Gözlerindeki sıcak parıltıyı görünce gülümsedim.

“Çok yakında sıcak ve rahat hissedeceksin,” deyip orgun hemen altında yer alan, kırmızı mumlarla donatılmış döner merdivene ilerledim.

Yavaşça aşağı inince mumlar ve büyük bir şömine ile cömertçe aydınlatılmış geniş bir odaya ulaştım.

Oda yer altına inen altı farklı dolambaçlı tünele açılıyordu. En solumdaki tünele girdim. Çok uzun olmayan yolu takip ederek öncekinden de büyük bir odaya ulaştım.

Her köşesinde üç ahşap kapı, tam ortasında da harıl harıl yanan bir şömine olan odada üç büyük kanepe, kalın bir yün halı ile bir cam sehpa vardı.

Bebekle birlikte kanepelerden birine oturdum. Oda sıcak olduğu için titremesi hemen durdu. Üstündeki ıslak battaniyeleri kaldırıp yere koydum.

Soğuk karnına dokunup, “Bir kız…” diye mırıldandım. “Tüm bu karanlığın içine doğmuş bir ışık...” Havaya kaldırıp soğuk yanaklarından öptüm.

“Hadi, seni ısıtalım,” diyerek ayağa kalktım.

Yatak odamın kapısını açınca kocam Demetrius ile burun buruna geldim. Dolapta giyecek bir şeyler arıyordu.

Beni görür görmez üstüme atladı.

Yüzümü tutup dudaklarıma yapıştı. Bir eliyle saçımı okşarken bir eliyle de kalçalarımı sıktı.

O anın heyecanıyla neredeyse kollarımdaki bebeği unutuyordum.

Demetrius bir anda geri çekildi. Kucağımdaki bebeği gördüğünde gözleri kırmızılaşıp dişleri sivrilmeye başladı.

Yakışıklı yüzüne yayılan yaramaz bir gülümsemeyle, “Bugün kahvaltıyı yatakta mı yapacağız?” diye sordu.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok