Vampirlerle Büyümek - Kitap kapağı

Vampirlerle Büyümek

Sarah Jamet

Bölüm 2

ROSE

Başımı iki yana sallayıp kapıyı kapattım.

“Hayır!” diyerek, büyük yatağımızın üstüne oturup bebeği pofuduk bir yastığın üstüne koydum. Peşimden gelen Demetrius bebeğe iştahla bakmaya devam ediyordu.

Kaşlarını çatıp, “O zaman burada ne işi var?” diye sordu.

Yavaşça ayağa kalkıp neredeyse odanın yarısı büyüklüğünde olan gömme dolaba gittim. İçinde 1412'den beri favorim olan giysiler vardı.

Islak çizmelerimi ateşin kenarına fırlatırken, “Henüz emin değilim,” dedim. Ne yaptığımı anlamaya çalışan Demetrius şaşkındı. Önce bebeğe sonra bana baktı.

“Rose... Anlamıyorum. Bu insan neden burada?” diye sordu.

Pantolonumla bluzumu çıkarıp yüzüne baktım.

Derin bir nefes alıp omuzlarımı dikleştirdim. “Çünkü onu orada bırakamazdım. Bıraksaydım ölürdü...”

Kısa bir şaşkınlıktan sonra kahkahalarla gülmeye başladı. Yüzümü buruşturup, arkamı dönerek 21. yüzyıla ait iç çamaşırlarımı çıkarmaya başladım.

Tam beyaz atletimi başımdan geçirirken Demetrius’un belime sarıldığını hissettim. Beni göğsüne yaslarken büyük, yosun yeşili gözleri ışıl ışıl parlıyordu.

Boynuma sokulmadan önce, “Yani, buraya ölmesin diye mi getirdin?” diye kıkırdadı. Yumuşak öpücüklerinden, vücudumda gezinen ellerinden etkilenmemeye çalıştım.

“Hayır, Demetrius…”

Kısa bir tereddütten sonra devam ettim: “Neden böyle bir şey yaptığımı bilmiyorum. Tek bildiğim şey ölmesine izin vermeyeceğim. Sebebini nasıl açıklayacağımı biliyorum ama bu bebeğin bana ihtiyacı var. Onu büyütmek istiyorum.”

Yastığın üstünde dikkatle bizi izleyen küçük kıza baktım. Üşüyor gibiydi. Bakışlarımı tekrar Demetrius'a çevirdim.

Ne kadar şaşkın olduğunu yüzünden, gözlerinden, hatta kokusundan bile anlayabiliyordum.

“Ama sen avcısın, Rose. Ve o da senin avın. Onu büyütemezsin,” diyerek volta atmaya başladı.

Bunu fırsat bilip dolaptan uzun kollu, yakası açık, mor bir sabahlık alıp üstüme geçirdim.

Üstündeki tozları silkeleyip kuşağını bağladım. Demetrius kahverengi saçlarını sıvazlayarak bir ileri bir geri yürümeye devam ediyordu.

Dolabın üst raflarından birinden ikizlerin bebekliğinde kullandığım pembe, kadife battaniyeyi çıkarırken, “Bu çocuk ışık…” dedim.

“Ne?”

“Işık. Açıklaması zor ama bu çocuk ışık...”

“Bu... Hiç mantıklı değil, Rose,” diye mırıldandı.

“Peki, madem,” diyerek bebeğe uzandım. Demetrius zengin süslemeleri olan sandalyemize oturup çatık kaşlarla beni izlemeye başladı.

“Kanının kokusunu almıyor musun? Seni susatmıyor mu? Bunu sorun etmiyor musun yani?” diye sordu.

Küçük kızı kaldırıp kadife battaniyeye sardığımda titremesi durdu, yüzüne kan geldi.

Onu sımsıkı kucakladım.

Kanının kokusunu elbette alabiliyorum ama bu, içeceğim anlamına gelmiyor,” deyip gülümsedim. “Onu ben büyüteceğim!”

Demetrius bir anda ayağa kalkıp bebeği elimden aldı. Gözleri kan kırmızıydı. Boğazını koparmak ister gibi üstüne eğildi.

Neye uğradığımı şaşırdım. Bir anda üstüne atlayıp, bacaklarımı beline dolayarak dudaklarına yapıştım. Sivri dişleri dudaklarımı delip geçti.

Atmayan kalbim atmaya, vücudumdaki kan hızla dudağımdan fışkırmaya başladı.

Demetrius bir an için hareketsiz kalsa da gözleri kısa sürede kıpkırmızı oldu. Dilini çıkarıp çeneme akan yaladı.

Boğazıma daha rahat ulaşabilmek için hızlıca bir eliyle göğsümü tutup diğer eliyle başımı arkaya attı.

Derin bir hırıltıyla saçlarımı sımsıkı kavrayıp, boğazımı öpücük yağmuruna tutmaya başladığında bebeği yavaşça elinden alıp, sımsıkı tuttum.

Demetrius ağzındaki kanı silerek geri çekildi. Dudağım çoktan iyileşmiş, kalbim atmayı bırakmıştı.

Merakla yüzüme baktı. Kırmızı gözleri yavaşça yeşile dönerken, öfkesinin yerini yumuşak bir ifade aldı.

“Anlamıyorum, Rose,” dedi.

“Bana ihtiyacı var. Benim de ona ihtiyacım olduğunu hissediyorum,” dedim. Demetrius incinmiş görünüyordu. Arkamdaki kapalı kapıya baktı.

“Eğer istediğin çocuksa daha fazlasını yapabiliriz,” dedi, hâlâ inanamıyormuş gibi. Yanağımı hafifçe okşamak için uzandı.

Geri çekilip, bebeğin yüzünü ellerimin arasına alarak parlak yeşil gözlerine baktım.

“Hayır, sence daha kaç hamileliği kaldırabilirim? Zaten üç çocuğum oldu ve üçü de beni oldukça güçten düşürdü. Özellikle de ikizler...”

“Hayır, daha fazla çocuk istemiyorum. İhtiyacım olan sadece o. Hayatıma ışık ve sıcaklık getireceğini biliyorum.”

“Yani, bizim tam tersimiz,” dedi Demetrius. Başımı kaldırdığımda oldukça öfkeli olduğunu gördüm.

“Demetrius, lütfen anlamaya çalış,” dedim.

“Anlamakta zorlanıyorum, Rose. Avlanmaya çıkıp yetiştirmek istediğin bir avla geri dönüyorsun.”

“Bunu nasıl anlayabilirim? Tavşan yetiştiren bir kurt düşünebiliyor musun? Bu çok saçma. Bu çok yanlış, Rose. Bundan bir an önce vazgeçmelisin.”

“Yapamam, şimdi olmaz… Geri dönmek için çok geç, Demetrius. Senden izin istemiyorum,” dediğimde dönüp hırladı.

“Burada ne kadar süre hayatta kalacağını sanıyorsun?”

“Onu korurum!”

“Ava çıktığında bile mi?”

“Benimle gelir. Ölmesine izin vermem.”

“Tabii, yaşlılıktan ölmezse.”

“Bunun için gerçekten zamanım yok, Demetrius. Kararımı verdim. Ne yazık ki sen sadece işimi kolaylaştırıyorsun. Onun için yiyecek bir şeyler bulmalıyım,” deyip kapıyı açtım.

Demetrius burnundan soluyordu. Öfkeli vücudundan çıkan duman neredeyse gözle görülebiliyordu. Onu arkada bırakıp oturma odasına girdim.

Merdivenin olduğu koridora devam ettim. Yukarı çıkmak yerine önümdeki tünelden aşağı indim.

Tünelin sonu yüzyıllardır sakladığımız kıyafetler, mobilyalar, tablolarla dolu bir odaya açılıyordu.

Çocuğu elimden bırakmadan, bütün masalarla sandalyelerin altını üstüne getirerek bir beşik aradım.

Sonunda neredeyse dört yüz elli yıllık bir beşik buldum. Oğluma hamile olduğumu söylediğimde Demetrius kendi elleriyle yapmıştı.

Üstünde sarmal çizgilerle gül desenleri olan, masif meşe ile kiraz ağacının kalın dallarından yapılmış, pembe rengini kiraz ağacından çok kan lekelerine borçlu olan bir beşikti.

Üstündeki tozları tek nefeste temizledim.

“Bakalım ikizlerin bebekliğinde kullandığım o güzel battaniyelerden bulabilecek miyiz?” diye mırıldanarak büyük giysi sandıklarını aramaya başladım.

İkizlerin otuzlu yaşlarındayken giydikleri kıyafetleri bulunca gülümsedim O zamanlar kucağımdaki bebek kadarlardı.

Bütün küçük elbiseleri, iç çamaşırlarını, çorapları ve ayakkabıları beşiğe koydum. Bebeği de beşiğe koyup sandıkları aramaya devam ettim.

Battaniye dolu sandığı bulduğumda, “Seni nasıl besleyeceğimi hâlâ bulamadım,” diye mırıldandım. Altı tane yumuşak battaniye çıkarıp, gülümseyerek beşiğin üstüne eğildim.

Bebek gözlerini kocaman açarak mırıldanınca içime bir sıcaklık yayıldı. Onu nazikçe kaldırıp battaniyeleri yerleştirdim.

Bir elime bebeği bir elime de beşiği alıp tünelde ilerlemeye başladım.

Yürürken üst katta birilerinin konuştuğunu duydum. Fısıldayarak konuştukları için ne dediklerini duyamıyordum. Merdivenleri çıkmaya başladığımda sesler de yükseldi.

Adımın geçtiğini duyunca bebeğe daha da sıkı sarıldım.

Merdivenin son dönemecine girdiğimde bütün ailemin karşımda olduğunu gördüm. Hep birlikte orgun altında duruyorlardı. Beni görünce sustular.

Yavaşça yüzlerine baktım.

Ateşin tam yanında sert, öfkeli Demetrius, yanında da kollarını göğsünde bağlamış abisi Angus duruyordu.

Onun yanında her zamanki şaşkın, sırıtkan yüz ifadesiyle karısı Aleesha vardı.

Gözlerimi yavaşça ateşin karşısındaki büyük koltuğa çevirdim. Yüzünü görmüyor olmama rağmen kayınvalidem Elizabeth'in gülümsemediğini hissedebiliyordum.

Sonra çocukların oturduğu uzun masaya baktım. Sandalyede oturan ikiz kızlarım, Phoenix ile Venus her hareketimi tatsız yüzlerle izliyorlardı.

Masada oturan Aric ise şaşkın bir ifade ile ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyordu. Yanında oturan yeğenlerim, Eloise ile Jude’un yüzlerinde tam bir can sıkıntısı vardı.

Merdivenin son basamağını çıkıp, sert bakışlarına aldırmadan yanlarından geçerken saçlarımı savurdum.

Beşiği ateşin önüne koyarken öfkeli bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum. Beşiğe koymak ölüm fermanı olacağı için çocuk hâlâ kucağımdaydı.

Her zamanki gibi ilk patlayan Angus oldu.

Koşar adım yanıma gelip kollarımdaki çocuğa baktı. “Rose, sana inanamıyorum! Bu çok saçma! Bunu yaparken ne düşünüyordun ki?” diye sordu.

Çocuğu elimden almaya kalkıştığında sıçrayarak geri çekildim.

“Belli ki düşünemiyor,” diye cevap verdi Elizabeth.

Yavaşça sivri dişleri açıkta olan iki bin yaşındaki safkan vampire döndüm.

“Rose, sen aptal değilsin. Bu oyunu bırakıp çocuğu teslim et,” dedi, oldukça sakin bir sesle. Yüzü sesinin aksine oldukça sertti. Başımı sallayarak geri geri gittim.

“Hayır, bu bir oyun değil. Yalnız olduğum için böyle davranmıyorum. Bana ihtiyacı var. Ona yardım edebilirim,” dedim, gözlerimi bebekten ayırmadan.

“Saçmalık bu!” diye bağırdı Angus.

“Ve daha önce hiç duyulmamış bir şey,” diye ekledi Phoenix. Kafamı kaldırıp, kaşlarımı çatarak o gözlerini kaçırana kadar gözlerine baktım.

“Sizden izin istemiyorum,” dedim, soğuk bir sesle. “Yardım da istemiyorum. Dedikleriniz umurumda bile değil. Sadece bu çocuğu kendi çocuğum gibi yetiştireceğimi, şu an ona ihtiyacım olduğunu bilin.”

“Rose,” dedi Demetrius, bana doğru bir adım atarak. Sesindeki şefkatin yerini çabucak öfke aldı. “Sana yardım etmeyeceğim çünkü o benim çocuğum değil!” dedi.

Dişlerini gösterdiğinde kalbimdeki acıyı görmezden gelmeye çalıştım.

Başımı hafifçe yana eğip, “Bunu tek başıma yapacağım,” dedim.

“Anne!”

Aric masadan inip, zarifçe yürüyerek yanıma geldi.

Kollarımdaki çocuğa bakıp, “O bir insan, anne. Safkan bir bebek değil, bir insan. İki yıl içinde şimdiki büyüklüğünün iki katına ulaşacak. On sekiz yıl sonra ise senin büyüklüğüne…” dedi, yüzünü buruşturarak.

“Elli yaşına geldiğinde yanında annen gibi durduğunda ne olacak? Ya da seksen yaşına gelip büyükannen gibi göründüğünde?”

“Peki ya öldüğünde, anne? Yani, yaklaşık yüz yıl içinde…” dedi, sakinliğini koruyarak. “Bence büyük bir hata yapıyorsun. O bizden biri değil. Burada yaşayamaz. Sonunda üzüldüğünle kalırsın.”

Odada uzun bir sessizlik oldu. Oğluma şaşkın gözlerle bakıp geri çekildim.

“Kalbim atmıyorken nasıl kırılabilir?” dediğimde afalladı.

“Eminim onu yirmi yıl boyunca yanımda tutacağım gerçeğine alışabilirsiniz. Sonra iş bulabileceği, evlenip kendi çocuklarını doğurabileceği dünyaya göndereceğim.”

“Ve bir vampir tarafından öldürüleceği,” dedi Angus.

Ona dik dik bakarak, “Kapa çeneni,” dedim. Aric de omuz silkerek arkasını döndü.

Odadaki tek ses bebeğin kalp atışı, tek koku baş döndürücü tatlılıktaki kan kokusuydu. Beşiğin yanına diz çöküp yüzümü ateşe döndüm.

“O bir ışık,” dedim, sakince. “Adını ışık anlamına gelen Eleanor koyacağım.” Bebeği gülümseyerek kucağıma alıp, “Benim güzel insan kızım,” diyerek alnından öptüm.

Çeşitli homurtular, cık cıklamalar, ayak sesleri duysam da başımı kaldırıp bakmadım. Demetrius, Eloise, Jude yanımdan geçip aşağı indiler.

“Ayrıca Eleanor, eve öğle yemeği getirdin mi hiç?” diye dalga geçti, yanıma diz çöken Aric. Bana baktıktan sonra kızım Eleanor'un üstüne eğildi. Yoğun kan kokusunu içine çektiğinde gözleri kıpkırmızı oldu.

“Bu kolay olmayacak,” dedi, geriye doğru büyük bir adım atarak. Eleanor'a saldırmamak için kendini tutuyordu. “Gitmek zorundayım,” dedi, gergin bir sesle. Açlığının kokusunu alabiliyordum.

Kapıyı çarpıp gözden kayboldu.

Elizabeth, “Farklı olduğunu zaten biliyordum ama bu kadar farklı olduğunu hiç düşünmemiştim, Rose,” diyerek Aric’in peşinden gözden kayboldu.

Angus ile Aleesha tepemde bir süre dikilip avlanmaya gittiler.

Beşikteki tüm giysilerle battaniyeleri çıkarıp yere serdim.

“Hım, bu otuzuncu yaş günü hediyemdi,” dedi, yumuşak bir ses.

İkizler yanıma oturmuş, eski kıyafetlerine bakıyorlardı.

“Bunları o insana vermeyeceksin, değil mi?” diye sordu Venus, yumuşak yosun yeşili gözlerini gözlerime dikerek.

“Vereceğim,” dedim.

“Ama onlar bizim,” diye itiraz etti Phoenix.

“Hâlâ oluyorlar mı üstünüze?” diye sordum, döşeği beşiğe yerleştirirken. Tıpkı dört yüz yıl önce olduğu gibi yumuşaktı.

Ayağa kalkıp Eleanor'u beşiğine koyup, üzerine bir battaniye örttüm.

Phoenix beşiğin üstüne eğilip, “Kaç yaşında?” diye sordu. Sesi az önceye göre daha yumuşaktı.

“Bilmiyorum. Yaklaşık altı aylık diyebilirim. Belki daha az. Daha çok küçük.”

Venus uzun bacaklarıyla yere bağdaş kurarken, “Belki de sadece kısadır,” deyip dalga geçti.

İki kızımı da omuzlarından tuttum. “Desteğinizi istemiyor olsam da Eleanor'u kız kardeşiniz olarak görüyorsanız yardım edebilirsiniz,” dediğimde aynı anda geri çekildiler.

“Yirmi yıl sonra iki katı yaşımızda görünecek bir kız kardeş,” diye kıkırdadı Phoenix.

“Babamın kızı değilse bizim de kardeşimiz değil,” dedi Venus.

“Aric ne istiyorsa yapabilir ama bu çocuk asla bu ailenin bir parçası olmayacak anne,” diye ekledi Phoenix.

Başımı iki yana salladım.

“Bin yıl beklemek zorunda kalsam da umurumda değil ama umarım bir gün anlarsın,” dedim, gözlerinin içine bakarak. Sonra, Venus’a da aynı şekilde baktım. Eleanor'un yumuşak yanağını okşamamı sessizce izlediler.

Venus dalgalı, çilek rengi saçlarıyla oynayarak, “Sana zarar vermesinden korkuyorum anne,” dedi.

“Bir insan bana zarar veremez ki,” dedim.

Phoenix gür, kızıl saçlarını savurarak, “Onu bu kadar seversen verebilir,” deyip, yavaşça ayağa kalkıp uzun elbisesinin pililerini düzeltti.

Diğer yanımda duran Venus da ayağa kalktı. Phoenix ile birlikte eğilip bebeğe baktılar.

“Anne,” dedi Venus, mermer şömineye yaslanarak.

Phoenix de kardeşinin yanına gidip başını yana eğdi.

“Bunun çocuklarla ilgili olmadığını söyledin ama...” diye başladı Venus.

“O kadar kötü müydük?” diye tamamladı Phoenix. İkisi de aynı anda başlarını salladılar.

O an, içimi bir şefkat hissi sardı. Ayağa kalkıp, aramızdaki mesafeyi saniyeler içinde katederek, ikisini de kollarıma alıp sımsıkı sarıldım.

“Kızlarım, siz harika varlıklarsınız ve sizi çok seviyorum. Eleanor da kızım olabilir ama onu asla sizi sevdiğim gibi sevemem.”

Alınlarından öpüp, ellerimi omuzlarından çekmeden geri çekildim. İkizler gülümseyerek başlarını salladılar.

“Beslenmemiz lazım,” dedi Venus.

“Üç gündür ağzımıza bir şey girmedi,” diye ekledi Phoenix. “Eve getirdiğin insanı yiyeceğimizi sanıyorduk.”

Venus, “Neyse, onu ~yemeden gitsek iyi olur,” deyip Eleanor'u ısıracakmış gibi yaptı.

“Tabii olur. Yalnız, zahmet olmazsa bana da bir şey getirebilir misiniz? Çünkü ben de ona zarar vermek istemiyorum,” dedim.

Eleanor'un kanını düşününce boğazım yandı, susadığımı hissettim. O an, onu büyütürken sürekli kendimi kontrol etmek zorunda kalacağımı fark ettim.

İkizler birbirlerine bakıp, sırıtarak başlarını salladılar.

Phoenix, “Hemen döneriz,” deyip kardeşi ile birlikte gözden kayboldu.

Onlar gidince, beşiğinde uyuyakalmış, derin derin nefes alan insan kızıma döndüm.

Yanağına dokunduğumda teni sıcaktı. Sıcak olması iyi olduğu anlamına geliyordu. Şimdi tek yapmam gereken onu beslemenin bir yolunu bulmaktı.

Uzun, siyah kirpiklerine; sıcak, buğday tenine baktım. Tenim onunkinin yanında çok solgun görünüyordu. Gözlerimi küçük yüzünden ayırmadan yavaşça geri çekildim.

Bir insanın bir vampirden daha güzel olabileceğini hiç düşünmezdim ama bu küçücük hâliyle bile ışık saçıyordu.

İç çekerek, “Eleanor, benim güzel güneş ışığım…” dedim.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok