Vampirlerle Büyümek - Kitap kapağı

Vampirlerle Büyümek

Sarah Jamet

Bölüm 3

DEMETRIUS

Anlayamıyordum... Rose her zaman uçlarda yaşayan, cesur biri olmuştu. Özellikle de kadınların kocalarına boyun eğdikleri dönemde oldukça güçlü ve korkusuzdu.

Birçok kez ölümden kıl payı kurtulmuştu. İnsanların kanını emdiğinde gözlerinde merhamet ya da hüzün olmazdı. Hiçbir duygu hissetmeyen, acımasız bir safkan vampirdi.

Ama bu küçük, önemsiz insana duyduğu ani sevginin nereden çıktığını anlayamıyordum. Böyle davranarak ne yapmaya çalışıyordu?

Büyük odanın şöminesindeki alevleri izleyerek Jude ile Eloise'in yelpazeler hakkındaki konuşmalarını dinledikten sonra odadan çıktım.

Kimse geri çağırmadı. Zaten çağırmalarını istemiyordum. Hiçbiri ile konuşmak istemiyordum.

Merdivenlerden çıkıp büyük salona girdim. Biraz durup şömineyi izledim. Hâlâ orada olan Rose beşikteki insan kızını izliyordu.

O yumuşak, süt beyaz teni, küçük burnu, dolgun, pembe dudakları ile bu kadar yıldan sonra bile başımı döndürüyordu.

Başını hafifçe arkaya attığında uzun, gür, dalgalı, parlak sarı saçları yüzüne düştü. Dişlerimi sıkıp salonun diğer tarafındaki kapıya yöneldim.

Rose’un büyük, safir mavisi gözlerine birkaç saniye bakıp kapıyı açtım. Dışarıda korkunç bir ayaz vardı. Kar dizlerime geliyordu.

Temkinli bir şekilde etrafa baktım. Önümde sadece küçük, beyaz bir vadi, birkaç eğilmiş ağaç ve karanlık göğe karışan yüksek dağlar vardı.

Göğe baktım. Ay bu gece çok parlak görünüyordu. Arkamı dönüp yavaşça katedralin etrafında dolaşmaya başladım.

Arka tarafta, katedralin yaklaşık yarısı büyüklüğünde, büyük taşlardan yapılmış, dışında sadece ahşap bir kapı olan, uzun yuvarlak tavanlı, sade bir ahır vardı.

Kapısı kapalı, hatta belki de kilitliydi. Açarken fark etmedim.

Kemerli tavanına çiçek ile at resimleri çizilmiş ahırın mermer zemini, saman balyaları ile erimiş karla kaplıydı.

Her iki tarafında koyu meşeden yapılmış, altın çivilerle bezeli kırk bölme vardı.

Ucunda tıpkı katedraldeki gibi yer altına inen bir merdiven vardı. Atların önümüzdeki beş ay boyunca ihtiyaç duyacakları yem ve samanla dolu büyük bir odaya açılıyordu.

Annem bölmeleri atların ırklarına göre düzenlemişti. Önlerinden geçerken tek tek saymaya başladım.

Yedi safkan Arap atı, altı safkan Brambi, altı safkan İngiliz atı, yedi safkan Rus koşu atı ve yedi Mustang…

En sondaki bölmelerde de annemin sırf merak ve sıkıntıdan yetiştirdiği yedi adet karışık cins at vardı.

Atlar, annem onlardan sıkılıp yemeye karar vermeden önce soğuktan ölmemelerine yardımcı olan beş farklı ısıtıcı ile ısınıyorlardı.

Annem atları gerçekten severdi. At yetiştirmek en büyük tutkularından biriydi. Kanlarını içmek ise bir diğer tutkusu…

Ahırın keskin kokusu ile loş ışığı sakinleşmeme yardımcı oldu. Merdivenin yanındaki duvara yaslanıp, ellerimi başımın arasına alıp düşünmeye başladım.

Sanki bir mikserden geçiriliyormuş gibi hissediyordum. Hiçbir şey mantıklı gelmiyordu. Gözlerimi kapatıp havayı kokladım. Ahırın duvarlarını döven rüzgârı duyabiliyordum.

Atların kalp atışlarını, kanlarının damarlarında gezinişi bile duyabiliyordum. Ama hiçbiri bir insanın, özellikle de o bebeğinki kadar tatlı kokmuyordu.

Şu an sakin sakin uyumakta olan bebeğin kokusunu alabiliyordum. İstesem onu kolayca öldürebilirdim. O zaman tüm bu saçmalık sona ererdi.

Rose ilk başta kızsa da eninde sonunda bana hak verir, hatta muhtemelen böyle davrandığı için kendine kızardı.

Dudaklarımı sıkıp annemin sevdiği tablolarla dolu duvarlara baktım.

Onları daha önce o kadar sık görmüştüm ki artık pek bir şey ifade etmiyorlardı ama en yakınımda duran tablo bir an için dikkatimi çekti.

Rose ve çocuklarımızın İtalya’da çizilmiş bir tablosuydu. Annemin gecenin bir yarısında ünlü bir ressamı tutarak çizdirdiğini çok iyi hatırlıyordum. Adam normalde hiç evden çıkmayan biriydi.

Rose büyük, kırmızı bir koltukta oturuyordu. Önünde diz çökmüş Aric altmış yaşında küçük bir çocuktu. Açık renk saçları kocaman bir gülümseme ile kaplı yüzüne düşüyordu.

Kucağında iki kundak olan Rose da gülümsüyordu. Beş yaşındaki ikizler birer küçük bebekti.

Birbirinin aynısı yosun yeşili gözlerini kocaman açmış, küçük sivri dişlerini göstererek gülümsüyorlardı. Sağlıklı, tombul, harika bebeklerdi.

İncecik Rose her zamankinden daha beyaz, daha sağlıklı görünüyordu. İkizlerin doğumundan sağ kurtulmuş olması resmen mucizeydi. Sağlıklı ikizler doğurmak tüm safkan tarihinde benzeri görülmemiş bir şeydi.

Ama ikizler annelerini yirmi yıl boyunca emmeye devam ederek güçten düşmesine, en önemlisi de çok kan kaybetmesine sebep oldular.

Onlar da tüm vampir çocuklar gibi canavar olsalar da Rose yine de çok mutlu görünüyordu. Yüzü ışıl ışıldı, gülümsemesi içtendi, güzel mavi gözleri parlıyordu.

Onu hiç bu kadar mutlu görmemiştim.

Sonra, o insan bebek de onu kendi çocukları kadar mutlu ediyor mu diye düşündüm. Ona bakınca da içi ısınıyor muydu?

Bir insan çocuğunu şanlı bir soydan gelen, safkan vampir çocuklarımızla nasıl bir tutabiliyordu? O kan torbasında bizim göremediğimiz ne görüyordu?

Ahırdan kafam karmakarışık bir şekilde çıktım. Kapıyı açtığımda, atlar içeri dolan soğuk havayı protesto edercesine kişnediler.

Onlara tıslayıp kapıyı kapattım.

Katedrale döndüğümde Rose ile insan bebeğinin şöminenin önünde olmadıklarını gördüm.

Bebeğin kokusunu hâlâ alabiliyordum. Etrafındaki tüm tehlikelerden habersiz bir şekilde aşağıda mışıl mışıl uyuyordu. Şöminenin kenarına yaslanıp, ağrımaya başlayan başımı ovuşturdum.

Katedral kapısının önünde bir hareketlilik olunca oğlum Aric’in her zamanki tanıdık kokusunu aldım. İçeri girip kapıyı kapattı.

Yüzüne bakmasam da üzerindeki insan kanı kokusunu alabiliyordum. Muhtemelen kasabaya inmişti.

Bir saniye sonra kollarını bağlayıp karşıma dikildi.

“Ona kızgınsın,” dedi.

“Anlamıyorum,” dedim.

“Ben de. Fakat bu ona kızdığım anlamına gelmiyor,” dedi, sert bir sesle. Başımı kaldırıp yüzümü buruşturdum. Aric sakin tavrını korumaya devam etti.

“Git buradan,” diye hırladım. Şaşkına dönmüş olsa da başını sallamakla yetindi.

“Peki, baba, özür dilerim,” deyip cebinden bir kâğıt çıkardı. “İzinden gidiyorum. Tekrar mühendis oldum.”

Diplomaya bakarken iki yüz yıl önce ilk defa mühendis olduğunda annesini ne kadar mutlu ettiğini hatırladım.

“Tebrikler,” deyip şömineye döndüm. Aric diplomasını katlayıp cebine koydu.

“Seni görmek de güzeldi,” diye mırıldanarak gitti. Başımı kaldırdığımda sarı saçlı başının merdivenlerde kaybolduğunu gördüm.

Şöminenin kenarına ufak bir tekme attım. Hırsımı alamayınca merdivenlerden aşağı indim.

Tünelden yatak odamıza ilerlerken bebeğin kan kokusunun giderek arttığını fark ettim.

Aric'in nefes sesini ya da ikizlerin ağız şapırdatmalarını duymazdan gelip odaya ilerledim.

Kapının önünde durup, çocuğun tüm odayı dolduran tatlı kokusunu içime çektim.

Dişlerimi sıkıp kapıyı açtım. Beşiğin tıpkı Aric’in dört yüz elli yıl önceki beşiği gibi yatağımızın önünde durduğunu görünce şaşırdım.

Bebek içinde uyuyordu. Rose'un banyomuzdaki seramik küvette yıkandığını duyabiliyor, hatta neredeyse görebiliyordum. Çocuğu tamamen savunmasız durumda bırakmıştı.

Ya Rose’un başka bir düşüncesi vardı ya da bana çok güveniyordu.

Uyuyan yaratığa bakarken sivri dişlerimi ortaya çıkardım. Avcı tarafımın devreye girmesine izin vererek kokusunu içime çektim. Gözlerimi üstünden ayırmadan beşiğe eğildim.

Tam elimi uzattığımda Rose bileğimden yakaladı. Çıplak bedeni sırılsıklamdı. Uzun saçlarından sular damlıyordu. Titreyen dudakları, kısılmış gözleriyle şaşkınlık içinde yüzüme bakıyordu.

Onu öyle görünce dilim tutuldu. Az önce ne yapmak üzere olduğumu bile unuttum.

Kollarını belime dolayıp ıslak bedenini vücuduma bastırdı. Derin bir nefes alıp başımı omzuna yasladım.

Beni her zaman kendime getirip sakinleştirirdi. Sakin varlığı kana susamışlığımı unutturup ona duyduğum aşkı hatırlattı.

Gözlerimin içine bakarak sımsıkı sarıldı.

“Seni seviyorum, Demetrius,” dedi, sadece benim duyabileceğim kadar kısık sesle. Gözlerimi kapatıp sakin nefesini dinledim.

“Seni kelimelerle anlatılamayacak kadar çok seviyorum,” diye cevap verdiğimi duyunca kıkırdadı. Geri çekilip yavaşça beşiğe gitti. Hareketlerini pürdikkat izliyordum.

Beşiğe eğilip uyuyan bebeğe gülümsedi.

“Anlamadığını biliyorum aşkım ama ben de anlamıyorum,” diye fısıldadı, gözlerini bebekten ayırmadan. Sonra bana döndü. Güzel yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardı.

“Rose, bu konuda ne düşüneceğimi bilmiyorum,” dedim, şakaklarımı ovuşturarak.

Kocaman bir gülümsemeyle, “Birkaç öneride bulunabilirim,” dedi. Tekrar ciddileşip, “Ama hoşuna gider mi bilmiyorum,” diye ekledi.

“Bu bebek için ne hissedersen hisset annesi değilsin. Annesi çığ yüzünden öldü, Rose. Kaç yaşında olduğunu ya da gerçek adının ne olduğunu bile bilmiyorsun,” dedim.

Umarsızca omuz silkti. “Bugün 26 Aralık, yani doğum günü. Adı da Eleanor.”

“Doğum gününü de mi kutlayacağız?” diye sordum, hayret içinde. Rose gülümseyip başını salladı.

“Tabii ki. İnsanlar böyle yapar.”

“Ama biz insan değiliz” dedim, kaşlarımı çatarak. Yatağa gidip yanına oturdum.

Gülümseyip ıslak saçlarını sıktı.

“Biliyorum, Demetrius. Safkan vampirler olduğumuzu biliyorum.”

Şaşkın bir şekilde yanağını okşadım. Parmağım tenine değdiği an yüzünü elime yaslayıp için için yanan gözlerini yüzüme çevirdi.

“Daha önce insanlara hiç merhamet etmemiştin,” dedim. “Ama bu normal. İyi ve güçlü olduğunu gösteriyor. Şimdi tüm bu şefkat nereden çıktı?”

“Bu merhamet değil, aşkım. Sevgi…” dedi, yüzünü boynuma gömerek. Soğuk nefesi içimi gıdıkladı.

“Anlayamadığım için kendimden nefret ediyorum,” diye mırıldandım.

“Biliyorum.”

“Buna dayanamıyorum, Rose. Onunla aynı odada uyumamı beklemiyorsun, değil mi?” Rose yavaşça geri çekilip tekrar banyoya girdi.

Kısa bir süre sonra uzun, beyaz bir sabahlıkla geri döndü. Islak saçlarını gevşek bir topuz yapmıştı. Kollarını bağlayıp dikkatle yüzüme baktı.

“Sadece on sekiz yıl. Belki bir yıl daha az, belki bir yıl daha fazla. Merak etme ölmezsin. Bunu bir irade testi gibi düşün. Demetrius, sen bin yaşındasın. On sekiz yıl hiçbir şeyi değiştirmez.”

“Belki de sen onu büyütürken burada olmamalıyım. Fransa'ya gider, o gidince geri dönerim,” dediğimde şaşırdı.

“Lütfen beni bırakma,” diye mırıldandı.

O güzel gözlerine dolan yaşları görünceye kadar ağlamak üzere olduğunun farkında bile değildim.

“Sadece o buradayken. Beni özlemeye bile vaktin olmayacak,” dedim, yumuşak bir sesle. Sonra uzanıp elini tuttum.

Kucağıma oturup sarıldı.

“Eleanor, ailesi çığ altında kalıp ölmesine rağmen hayatta kaldı. O, korkmuyor. Daha önce hiçbir insan bana onun gibi korkusuz bakmadı.”

“Demetrius, gerçekten anlamanı beklemiyorum ama bu hayatı çok uzun zamandır yaşıyorum. Her gece birbirinin aynısı...”

Durup alnıma bir öpücük kondurdu.

“Eleanor çok küçük, çok masum… O, bir insan. İnsanlar için her şey çok farklı ilerler. Her gün birbirinden farklı olur. Bir gün bir bakmışsın büyümüş.”

“Ona duyduğum sevgi nereden geliyor bilmiyorum. Sadece onu korumak, büyüdüğünü görmek istiyorum.”

“Onda bir ışık var. Daha önce hiç hissetmediğim, kanından bile daha çok ilgimi çeken bir sıcaklık var.”

Susup beşiğe baktı. Bebek hafifçe kıpırdanıp uyumaya devam etti.

“Bunu tek başıma yapamam, Demetrius,” diye devam etti. “Senden babası olmanı ya da onunla konuşmanı istemiyorum. Sadece herkes sırtını çevirmişken sen bari yanımda ol.”

Korkmuş bir çocuğun gözlerine benzeyen genç gözlerine baktım. Beni kaybetmekten, insan bebeğini kaybetmekten ya da ailesini kaybetmekten ne kadar korktuğunu görebiliyordum.

Bu bebeğin kendisini zihinsel olarak etkilemesinden, asla sıcaklık hissedememekten korkuyordu. Kendini yalnız, çaresiz hissediyordu.

Gözlerimi kapatıp bebeğin kalp atışlarını, çocuklarımın soluk alıp vermelerini, Rose'un nefes sesini dinledim.

Gözlerimi tekrar açtığımda fal taşı gibi açılmış gözlerini gördüm. Yüzüme daha önce hiç görmediğim bir korkuyla bakıyordu.

“Tamam, seninle kalacağım,” diye mırıldandım. Kocaman gülümseyip, yüzünü göğsüme bastırarak sımsıkı sarıldı.

“Teşekkür ederim, Demetrius,” deyip derin bir nefes aldı.

“Ama babası değilim ve eğer canımı sıkarsa çok adil bir şekilde davranmamı bekleme. Bu şeyi seninle birlikte büyütmeyeceğim, Rose. Onu büyütmek isteyenin sen olduğunu unutma.”

Rose gülümsedi. “O, bir şey değil, bir ~kız çocuğu~, ~Demetrius.”

“O zaman yeni kızını yemeden avlanmaya gitmem lazım,” diye mırıldanıp ayağa kalktım. Gitmeden önce, “Bir şey ister misin? Bir şeyler yemeye fırsat bulabildin mi?” diye sordum.

“Evet, ikizler biraz geyik eti getirdi,” dedi. Başımı sallayıp çıktım.

Yukarı koşup katedralin kapısını açtım. Beni buz gibi bir hava karşıladı.

Birkaç derin nefes alıp, vücudumu dikleştirip avımı bulmaya odaklandım.

Susuzluktan yanan boğazım, gerilmiş vücudumla uçar gibi koşmaya başladım..

Donmuş topraklarda hızla hareket eden bir hayvana ait hafif bir kan kokusu alabiliyordum.

Geyiği yakalamam zor olmadı. Üstüne atlayıp boğazını sıktım.

Dişlerimi boğazına geçirdiğimde titreyerek yere düştü. Yere çöküp boğazından akan sıcak kanı kana kana içtim.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok