Batı'nın Kurtları: Av - Kitap kapağı

Batı'nın Kurtları: Av

Abigail Lynne

İkinci Bölüm

Kahvaltı masasında teyzemin karşısına oturdum. Teyzem annemden daha büyüktü ve farklı bir anneden doğmuştu.

Teyzem başını eğdiğinde kızıl rengi kıvırcık saçları mısır gevreğine girdi. O sabah kendini yakın hissettiği bir tanrıçaya dua ediyordu.

Başını kaldırdı ve omuzlarını geriye yuvarlarken gülümsedi. Yüzük dolu parmaklarını salladı. Teyzemin hemen arkasındaki ocağın başında duran annem omzunun üstünden homurdandı.

Mutfağımız o kadar küçüktü ki teyzem geriye doğru nereye uzansa, buzdolabına ve anneme aynı anda dokunabilirdi.

“Komik olan ne, Lila?” diye sordu teyzem.

“Hiçbir şey, Robin,” diye yanıtladı annem.

Yulaf ezmesi ağzımdayken güldüm ve önümdeki kitabı açık tutabilmek için dirseğimi üstüne dayadım. Teyzem hızmalı kaşını kaldırıp bana baktı.

Teyzemin vücudu elli yaşın üzerinde olmasına rağmen ruhu kesinlikle gençlik yıllarında sıkışıp kalmıştı.

“Komik mi, serseri?”

Omuz silktim. “Kime dua ettiğine göre değişir.”

Teyzem tekrar mısır gevreğinin üzerine eğildiğinde saçları yine süte girdi. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Berrak mavi gözleriyle bana bakıp davranışımı gözden geçirdi.

“Artemis'e dua ettiğimi söylesem, ne derdin?” diye sordu.

Atışmamızı izlemek için elinde spatulayla bize dönmüş olan anneme baktım. Derin bir nefes aldım ve bakışlarımı teyzemin gözlerine diktim.

“Bakire bir tanrıça ile hiçbir ortak noktan olmadığını ve zamanını boşa harcadığını söyleyebilirim. Üzgünüm, Robin Teyze. Ama artık bir bakire değilsin.”

Teyzem şoka girmiş gibi oynuyordu. “Lila, çocuğunu duyuyor musun?”

“O artık çocuk değil, Robby. On sekiz yaşında.” Annem bakışlarını bana çevirip sırıttı. Umursamaz yüz ifademi hiç bozmadım.

Teyzem tekrardan bana odaklandı. “Tamam. Peki ya Athena?”

İç çektim. “Bilgelik mi?” diye sordum. “Gerçekten ihtiyacın olan şey bu mu? Düzenli bir gelirin ve kendi evin olması için dua etmeye ne dersin?”

Teyzem gözlerini kıstı. “Nike.”

“Başarıyı kullanabilirsin,” diye itiraf ettim. “Ama o daha zayıf bir tanrıça ve muhtemelen seni dinlemiyor.”

“Venüs,” dedi teyzem kollarını iki yana açarak. Kollarından püskülleri sarkan diz kısmında dantelleri olan ince işlemeli bir sabahlık giyiyordu. “Ona ne dersin?”

Güldüm. “Venüs'ten ne istiyorsun ki?” diye sordum.

Teyzem omuz silkti. “İnsan asla sevgiye ve güzelliğe doymaz.”

“Başka bir şey için dua etmeyi tercih ederim,” dedim. “İhtiyacım olan tüm sevgiye sahibim.” Annem gülünce yanaklarım ısındı. “Ne?” diye sordum teyzem ve annem aynı şekilde bana bakarken.

Annem ocağı kapattı ve oturmadan önce yumurtaları kızarmış tostun üzerine koydu. Duvarın dibine oturdu.

“Şu an böyle konuşuyorsun çünkü sana aşık biri tarafından sevilmedin.”

Yüzümü buruşturdum. “Lütfen bana aşık deme.”

“Annen haklı. Bir kez sevgilin olduğunda işler değişir, Mordy. İstediğin tek şey onun sevgisi olur ve asla doyamazsın. İnan bana.”

Önümde duran kaseyi ittim. “Bunu senden duymak çok daha kötü.”

Teyzem şakayla omzuma vurdu. “Doğa anayla tartışamazsın.”

Sırıtmadan önce duraksadım. “Haklısın, yapamam. Hepimiz ona dua etmeliyiz, gerçekten. Kutup ayıları ölüyor, buzullar eriyor…”

Annem kahvesinden bir yudum aldı ve gözleri ilgiyle parlardı. Yutkundu ve konuşmadan önce baş parmağını üst dudağı boyunca gezdirdi. “Ormanda kurt izleri bulduklarını duydum.”

“Görünüşe göre kuzeyde birkaç saatlik uzaklıktaki mesafede bulunan kurtlar yer değiştirdiler. Avlanma problemleri ve benzer şeyler yüzünden olabilir. Bilinmedik bir sebepten bizim bölgemizin daha uygun olacağını düşündüler herhalde. Çılgınca, değil mi?”

“Yazıklar olsun!” diye bağırdı teyzem.

Gözlerimi devirdim. “Hiç deliliğini azaltmayı düşündün mü?”

“Üzgünüm, bebeğim,” dedi teyzem şeytani bir gülümsemeyle. “Genç kalmanın tek yolu bu. Annen gibi avantajlı değilim.” Annem ben doğduğumda on yedi yaşında olduğu için hâlâ gençti.

“Belki bugün bana yardım etmek istersin, Robin. Öğleden sonra birkaç müşterim gelecek,” dedi annem.

Teyzem çenesini kaldırdı. “Bütün bu şeylerle ilgilenmediğimi biliyorsun, Lila. Hile yapmayı sevmiyorum.”

Teyzem kızıl saçlarını arkaya attı. Yarı İtalyan olan anneme göre çok farklıydı.

Annem pürüzsüz bir cilde sahipti. Yaş alırken çok da etkilenmemişti. Saçları gür, parlak, koyu renkli ve dalgalıydı.

Uzun kirpiklerle çerçevelenmiş gözleri koyu kahverengiydi. Hemen üzerinde güçlü kaşları vardı. Dudakları dolgun, dişleri düzgün, burnu ufak ve çilliydi.

Annemin özelliklerini kendimde görebiliyordum. Ona ait olmayan parçalar ise yabancıydı. Hiç tanımadığım babamdan geliyordu.

Annemin dediğine göre, ondan birkaç yaş büyüktü ancak on yedi yaşındaki biri olarak bağlanmaya hazır değildi.

“Bu hile değil,” diye itiraz etti annem yüzüncü kez aynı tartışmaya girerek. “Bazen ben de hissediyorum.”

“Ben de,” diye itiraf etti teyzem. “Ama sen onları pişirdikten sonra mideme indirdiğimde.” Dilini çıkardı ve beşlik çakmak için elini yukarı kaldırdı.

Somurtup elini indirene kadar ona baktım. “Sıkıcısın, Morda.”

“Öyle söylüyorlar,” diye mırıldandım tekrar kitabıma yönelerek.

Annem iç çekti. “İstediğini yap Robin. Tavan arasında ne yaparsan yap zamanını boşa harcıyorsun.” Annemin elini omzumda hissettiğimde umutla gülümseyerek ona baktım.

“Peki ya sen, Morda? Benimle birkaç okuma yapmak ister misin?” Bir kasırga sırasında yaprak toplamayı tercih ederdim.

Zorla gülümsedim. “Jocelyn'le buluşacaktım. Biraz çekim yapabilirim.”

Annem hayal kırıklığını hızla gizledi. “Ah, tamam o zaman. Seninle birlikte çalışmayalı o kadar uzun zaman oldu ki belki gelmek istersin diye düşündüm.”

Annemin sözlerinin ardından kaşlarımı çattım. Hiçbir yere gittiğim yoktu. Okumaları oturma odamızda yapıyordu.

Annem hafta boyunca kasabadaki dükkanı işletiyordu ve hafta sonları okumalar yapıyordu. Cuma gecesi haberleri takip etti ve duvar kağıtlarını, astrolojik posterleri astı.

Özenli, el dokuması kilimleri, ilginç heykelleri ve yanmış adaçayını ortaya çıkardı.

Yani oturma odamızı bir voodoo odasına dönüştürdü. En azından ben bunu böyle adlandırmaktan hoşlanıyordum.

“Sanırım sadece ben olacağım,” dedi annem parmaklarını endişeyle boynuna taktığı boncuklu kolyede gezdirirken. Gözleri ışıl ışıldı. “Fikrini değiştirirsen beni nerede bulacağını biliyorsun.”

Gülümsedim ve ayağa kalktım. Bulaşıklarımı aldım ve lavaboya giderken alnından öptüm.

Annem arkasını döndü ve kolumu yakalayıp beni durdurdu. “Fotoğraf çekmek için ormana gidiyorsanız ana yoldan ayrılmayın.”

“Haberlerde birkaç çocuğun ormanda kovalandığını duydum. Kurtlar tarafından kovalandıklarını söylediler.”

Mideme yumruk yemiş gibi oldum.

“Ben de duydum,” diye onayladı teyzem. “Ayrıca memurlar sarhoş olduklarını da söylediler.”

Annem kız kardeşini görmezden geldi ve gözlerini benden ayırmadan “Söz ver, Mordy,” dedi.

Gözlerimi devirdim ve işaret parmağımı kalbime götürmeden önce kulak mememi sıktım. Sonra da annemin uzattığı elini sıktım.

Garip gelebilir ama annemle birbirimize söz verdiğimizde böyle yapardık. Yedi yaşımdan beri bu böyleydi.

Annem biraz hafifleyip gülümsedi. “İyi eğlenceler, tatlım.”

“Görüşürüz, bebeğim!” diye bağırdı teyzem dar koridordan aşağı inerken. Converse’lerimi ayağıma geçirip sırt çantamı kaptığım gibi kapıya giderken bağcıklarımı görmezden geldim.

“Güle güle!”

Kapıyı açtım ve rüzgar çanının sesi duyuldu. Annemin kapımıza, verandamıza ve evin önündeki huş ağaçlarına astığı rüzgar çanlarından nefret ediyordum.

Annem ona gençken kaybettiği annesini hatırlatan bu çanları rahatlatıcı bulurken ben ürkütücü buluyordum.

Geceleri onların sesini duyduğumda hayal edebildiğim tek şey benimle tanışmaya gelen büyük annemin bahçeden geçen ruhuydu.

Kapıyı kapattım ve avluyu ardımda bırakıp kaldırıma doğru yürüdüm. Sırt çantamı omzumdan sarkıtıp içini açtım ve fotoğraf makinemi bulup lens kapağını çıkardım.

Lensi tişörtümün koluyla silip üfledim ve açıp odakladım. Filtreyi günün parlaklığına göre ayarlamaya çalıştım.

Ayaklarım bana yön verdi çünkü yolu beynimden daha iyi biliyordu.

Kamerayı sağ gözüme kaldırıp sol gözümü kapattım. Netleme halkasını önümdeki manzarayı netlemeye gelene kadar döndürdüm. Nihayet netlediğimde tek arkadaşım önümde duruyordu.

Yani, bir nevi.

Jocelyn ve ben arkadaştan daha ötesiydik. Yalnız oturmamak için öğle yemeğinde birlikte otururduk. Asosyallikten kaçınmak için her ay bir cuma günü birlikte dışarı çıkardık.

Arkadaş olmaktan kaçınmak için ne telefonlaştık ne de mesajlaştık.

Fotoğraf makinemi indirdim ve Jocelyn'i kadraja aldım.

Bugünkü havaya rağmen büyük güneş gözlüğünü takıyordu. Pembe ve kalp şeklindeydiler.

Korkunç mor renkli bir ruj sürmüştü ve saçlarını ortadan ikiye ayırıp iki tane çiçekli tokayla yanlardan tutturmuştu.

Dümdüz saçları kalçasının üstüne kadar gelmişti ve bir çeşit perde gibi duruyordu.

Önüne kumaş ya da minik bebek parçaları dikmeseydi bile yeterince kötü olan bir tulum giyiyordu.

Altına balık ağı çoraplarını ve ağır botlarını giymişti. Bileğinde çalışmayan Hello Kitty’li saati vardı ve şeker yüzüklerden takmıştı.

Beni gördüğünde gülümsemedi. Yüzüğünü ağzına soktu ve başını yana eğdi. Jocelyn'in beni selamlama şekli buydu.

“Selam, Jocelyn,” dedim. “Nasıl gidiyor?”

İç çekti ve ağzından şekeri çıkardı. Dili yeşildi.

“Tamam, pekala. Annem yazın çalışmam için sürekli ısrar ediyor ama neden bir fast food restoranında çalışmak istemediğimi anlamıyor. “

“Berbat,” diye yanıtladım kısaca.

Jocelyn'le nasıl aynı kefeye konduğumu gerçekten bilmiyordum. Sanırım diğer birinci sınıf öğrencileri bir ona, bir de bana bakıp yeterince benzer olduğumuzu düşünmüşlerdi.

Aslına bakıldığında o kadar da karmaşık değildi. İş modaya geldiğinde tam olarak ondan ayrışmıyordum.

Kıyafetlerimin çoğu annemin yaptığı kısmen çingene, kısmen hippi tarzındaki şeylerdi. İlginç bir gardıroptu.

Jocelyn omuz silkti. Kamerasını kaldırdı ve fotoğrafımı çekti. Çakan flaş neredeyse beni kör edecekti. Birkaç kez göz kırptıktan sonra ona baktım ama o çoktan yanımdan geçmiş her zamanki yerimize doğru yürüyordu.

Ona yetişmek için birkaç adım koştum. “Bugün farklı bir yere gidebiliriz diye düşünüyordum.”

Britt, Kale ve Amanda’yla kurtlardan kaçtığımız orman yoluna bir haftadır girmemiştim. Kurt sürüsü gördüğüm bir yere dönmeye hevesli değildim.

Jocelyn tekrar omuz silkti. “Tamam, yolu göster.”

Sessizce yürüyorduk. Arabalar bize korna çaldığı için ana caddeden uzakta ilerlemeye çalıştım. Bana mı yoksa Jocelyn'e mi korna çaldıklarını henüz keşfedememiştik.

Yanımızdan kornaya basarak geçen bir adama “Pislik,” diye tısladı Jocelyn dişlerinin arasından.

“Britt ve Kale'e ne olduğunu duydun mu?” diye sordum bir anda.

Jocelyn garip yürüyordu. Kaldırımdaki çizgilerin üzerinden atarken bacaklarını dramatik bir şekilde çapraz yaptı. “Kime?”

“Tanıyorsun, Britt ve Kale... İngilizce dersini birlikte alıyorduk.”

Jocelyn gözlerini devirdi. “Hepsi geçmişte kaldı, Morda. Artık liseyi düşünmüyorum. Hayatımın o kısmı bitti.” Ellerini çırptı. “Kapandı.”

“Evet ama onları hatırlıyorsundur.”

Başını salladı. “Bilmiyorum. Hepsini hafızamdan sildim.” Jocelyn kendini havalı bir oyuna inandırmıştı ama beni kandıramazdı. Çünkü gerçekten tüm liseyi aklından silse beni de silmiş olurdu.

Derin bir nefes alarak suratına bağırmak istediğim kelimeleri zapt etmeye çalıştım. Zaman zaman Jocelyn inanılmaz derecede sinir bozucu olabiliyordu.

Tuhaflıklarına rağmen Jocelyn iyi bir arkadaştı. Benimle asla dalga geçmemişti ya da ailemi yargılamamıştı. Ki okulumuzdakiler bunu çok sık yapardı.

Kasabanın dışına çıkan patikayı takip ederek ormana girdik. Bu yoldan çok geçmediğim için yön bulmak zordu.

Yanlış bir yola sapmak bizi kilometrelerce genişlikteki korunan topraklara götürebilirdi.

“La forêt!” diye bağırdı Jocelyn ve kamerasını ağaçlara kaldırdı. “J'adore!”

Sınıfımızdaki Fransızca konuşabilen sayılı kişilerden biriydi ve sadece ailesi konuştuklarını anlamasın diye Fransızca öğrenmişti. “Pouvez-vous marcher là-bas? Je veux espace pour ma créativité!”

Bana bir şeyler diyormuş gibi hissettim.

Kendime alan yaratmak için sessiz ormanın içine gömülürken Jocelyn'den uzaklaştım. Kameramı kaldırdım ve ölümsüzleştirmeye değer bir an aradım.

Fotoğraf çekmeden önce Jocelyn konsantrasyonumu bozdu.

Ormana doğru ilerlerken ağır botları umarsızca çalılıkları ezip geçiyordu. O ilerlerken birkaç dakika boyunca aptal gibi onu izledim.

Neden başka bir yöne gitme ihtiyacı duyduğunu anlamamıştım. Her zamanki gibi Jocelyn’in davranışlarını deşifre etmekte zorlanıyordum.

“Geri dön,” dedim. “Buraların yolunu bilmiyorsun.”

“Çok uzağa gitmeyeceğim,” diye mırıldandı sesi alçalırken. Arka arkaya fotoğraf çekiyordu. Etrafıma bakıp ne yakaladığını çözmeye çalıştım ama bulamadım.

Jocelyn gözden kaybolana kadar yürümeye devam etti. Midem kasılmaya başladı. Jocelyn'i tek başına bırakmak istemiyordum ama patikadan da ayrılmak istemiyordum.

Düşünebildiğim tek şey kaçarken arkamda duyduğum kurtların sesiydi.

İrkilip etrafıma baktım ve Jocelyn’in ayak seslerinin kesildiğini fark ettim.

Durdum ve daha dikkatli dinledim. Fotoğraf çekilmek için mi duraksamıştı yoksa onu duyamayacağım kadar uzağa mı gitmişti, anlamaya çalışıyordum.

Paniklemeye başlıyordum.

Ki çok geçmeden çığlık sesi duyuldu.

Kalabalık ağaçların arasına dalarken kalbim ağzıma gelmişti ve nefes almamı güçleştiriyordu.

İlerledikçe karanlığın içine gömülüyor gibiydim. Patikadan ayrıldığımda büyük ve vahşi orman önümde genişlemeye başladı.

“Jocelyn?” diye bağırdım nabzım son hızda atarken. Sanki tüm bedenimde zonkluyor gibiydi. “Jocelyn!”

Yakınlarda birileri çığlık atıyordu. Ve işittiklerime bakılırsa acı içindeydiler. Koşmaya başladım ama eteğim dallara takıldı ve ayakkabılarım ayağımdan çıktı.

Keşke durup düzgünce bağcıklarımı bağlasaydım diye düşündüm.

Kreşendoyla zirveye ulaşan çığlıklar ağaçların arasında yankılanıp varlığımın her bir zerresine işlediğinde korkuyla irkilip hızlandım. Jocelyn’in adını haykırırken göğsüm titriyordu.

Köşeyi döndüm ve önümdeki çalılığı savurduğumda Jocelyn’in sırtını gördüm.

Güneş gözlüklerini kafasına takmış, kamerasını kaldırmış fotoğraf çekiyordu. Yukarı baktığımda ona ilham veren şeyi bulmakta zorlanmadım.

Ormanın ortasında eski bir ev vardı. Büyük ve heybetliydi ama o kadar eskiydi ki yakıp ısınmak için kullanılabilirdi.

Birkaç adım geri çekilip Jocelyn’e döndüm ve “Ne yapıyorsun?” diye sordum dişlerimin arasından.

Beni görmezden geldi ve fotoğraf çekmeye devam etti.

Ve tekrar çığlıklar duyuldu.

Kafamı eve çevirdiğimde sesin oradan geldiğini anladım. Jocelyn'e döndüm ve gözlerimi diktim. “Oradaki her kimse yardım etmeyecek misin?”

Başını iki yana salladı. “Beni ilgilendirmez.”

Çığlıklar inlemelere dönüşürken derin bir korkuya kapıldım. Kafamı eve çevirip karanlık pencerelerine ve ağarmış tahtalarına baktım. Her şeyiyle uzak durmamı söyleyen bir yerdi ama bunu yapamazdım.

Sırt çantamı daha yükseğe çektim ve eve doğru ilerlemeye başladım.

“Seni beklemeyeceğim,” dedi Jocelyn.

Cevap vermedim ve yürümeye devam ettim. Toplayabildiğim tüm cesaretimle verandaya adım attım. İnleme sesi zayıfladı ve sanki etrafa yayıldı. Bu beni şüphelendirmeye yetmişti.

Döşemeler ağırlığımın altında eskiliğinden şikayet edermişçesine gıcırdıyordu. Elimi kapının koluna koyduğumda biraz önce içimde olan cesaret beni çabucak terk etti.

İçgüdüsel olarak omzumun üzerinden baktığımda yalnız olduğumu gördüm.

Derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım.

Evin girişi oldukça karanlıktı. Güneş ışığı kirli pencerelerden ve eski dantel perdelerden içeri sızıyordu.

İçeri adım attım. İçimdeki stres arttıkça nefesim kesildi. Neredeyse on yıl öncesinin modası olan mobilyalar eski ve yıpramıştı.

Kendimi bu boşluğa kapatmaktan korkuğum için kapıyı açık bıraktım. Bulunmamam gerektiğini düşündüğüm üst kata çıkan ürkütücü bir merdiven vardı. Ne yapacağımı bilmeden olduğum yerde durdum.

Çekinerek seslendim. “Merhaba?” Kimse cevap vermedi. “Her şey yolunda mı? Çığlıkları duydum...” O an ne kadar aptal olduğumu anladım.

Ya birini öldürüyorlarsa? Ya o ana şahit olursam ve beni de öldürürlerse nasıl yardım edebilirdim? Jocelyn’i bırakıp polisi aramalıydım.

Kendi kendime konuşup olayları anlarken derin bir nefes aldım. Çoktan oraya gelmiştim. Yardım edip edemeyeceğime bakmam gerekiyordu.

Yavaşça evin içinde yürümeye başladım. Oturma odasından geçip mutfağa girdim.

Tezgahın üzerinde bir tabak yemek vardı. İçindekilerin bir kısmı dökülmüştü ve içinden düşen marullar tezgahta ve yerde duruyordu. Her kim yemek yiyorsa çatalını düşürmüştü.

Eğilip çatalı aldığımda sapındaki yamukluğu fark ettim. Çatal neredeyse ikiye bölünmüştü. Ama bu mümkün olamazdı, değil mi?

Bunun mümkün olabileceğini, sadece her gün başımıza gelen bir şey olmadığını düşündüm.

Çatalı tabağın yanına koydum. Arka kapının açık olduğunu fark ettiğimde sertçe yutkundum ve kapıya ilerledim. Parmak uçlarımla ahşap kapıyı ittim.

“Ben?” Adı ağzımdan öfkeli bir rahatlamayla döküldü.

Ben dönüp omzunun üzerinden bana baktı. “Morda?” dedi. Beni gördüğüne şaşırmıştı.

Onu daha iyi görebilmek için gözlerimi kırpıştırdım.

Üstü çıplaktı. Bundan şikayetçi değildim çünkü gövdesi şekilli, kaslı ve sıkıydı.

Odun yığının üzerine eğilmişti ve yanındaki ağaç kütüğüne saplanmış bir balta vardı. Ben onun evine,sanırım öyleydi, dalmadan önce onun bahçede çalıştığı apaçık ortadaydı.

“Burada ne yapıyorsun?” diye sordu.

Boynuma asılı kameramı kaldırdım. “Fotoğraf çekiyordum.”

“Evimin içini mi?” diye sordu kaşını kaldırarak.

Sinir oldum. “Tabii ki hayır.” Bekledi ve hiçbir şey söylemedi. “Çığlık sesi duydum.”

Ben, sanki havayla ilgili yorum yapmışım gibi beni dikkate almadı. Benden uzaklaşıp baltayı aldı ve kütüğün üzerine kesilmemiş bir odun parçası koydu.

Kol kasları gerilince bir kez daha kolundaki izi fark ettim. Bu sefer şeklini tam olarak görebildim. Bir izden çok sembole benziyordu.

Bu teyzemin kitaplarında rastladığım bir omega işaretiydi.

“Ormanda hep çığlıklar duyulur,” dedi Ben.

Baltayı kaldırdığında sırt ve karın kasları sıkıştı. İkiye ayrılan odun yere düşerken yumuşak bir ses çıkardı.

Kollarımı göğsümde birleştirdim. “Hayır, duyulmaz.”

Ben omuz silkti. “Ormanda yaşamıyorsun.”

“Ee?” diye karşılık verdim. “Ormana yakın yaşıyorum ve içinde çok zaman geçiriyorum.”

“Benim kadar değil,” diye çıkıştı Ben ve kestiği odunları yanımdaki yığına attı. Bir anlığına durup yazın ortasında neden bu kadar oduna ihtiyacı olduğunu sorguladım.

Öfkeyle dişlerimi sıktım. “Bana çığlıkları duymadığını mı söylüyorsun? Çünkü...” Ben, açıklamamı beklerken duraksadı. Başımı salladım. “Çünkü korkunçtu.”

Omuz silkti ve baltayı tekrar kaldırmadan bana baktı. Alnı terlemişti. “Hiçbir şey duymadım. Ama odun kesmek için buraya gelmiştim. Belki de kaçırmışımdır.”

Ben pazen gömleğe uzandı ve yüzündeki teri sildi.

Alt dudağım aşağı sarktı. “Böyle bir şeyi nasıl kaçırabilirsin anlamıyorum. Arkadaşım bu yüzden ormandan çıkıp gitti. Korkunç bir sesti. Tıpkı tanıştığımız geceki gibi.”

Ben, “Doğru. Kurtların saldırdığını sandığın adamdan geldiğini düşündüğün çığlıklar. Hiçbir anlam ifade etmeyen çığlıklar…”

Öfkeyle kollarımı açtım. “Bana deli olduğumu mu söylemeye çalışıyorsun? Her şeyin kafamda olduğunu mu söylüyorsun?”

Ben odun parçalarını yığının üzerine attı ve yeni bir tane daha aldı. “Delilik genellikle senin yaşlarında başlar.”

Burnumu çektim. “Pekala… Gerçekten duydum.”

Ben iç çekti ve baltayı kütüğe sapladıktan sonra bana döndü. “Gerçekten mi? Ben çığlık sesi duymadım.”

“Duymamış olduğunu söylemiyorum ama ben olsam fazla endişelenmezdim çünkü çok fazla insan burada yürüyüş yapıyor ve ormanın derinliklerine girdiklerinde korkabiliyorlar.”

“İnsanların korkabileceği çok hayvan var ama muhtemelen hayvanlar insanlardan daha fazla korkuyor.”

Başımı iki yana salladım. “Bu öyle bir şey değildi. Acı dolu inlemeler duydum.”

Ben’in güçlü bir yüz ifadesi vardı. “Seni bu kadar korkutuyorlarsa ormanı terk etmeni öneririm.”

“Korkmuyorum,” dedim. “Endişelenmek için mantıklı bir sebebim var.”

Ben ellerini kalçalarına koymadan önce yüzünü ovuşturdu. “Ilık süt mü istiyorsun? Ya da elinden tutup sana ninni söylememi mi?”

Ben kollarını iki yana açtı. “Ne söylememi istiyorsun? Hiçbir şey duymadım.”

“Ben sadece...”

“Her nasılsa evime girmeye hakkın olduğunu düşünüp buraya gelmişsin ve benimle tartışıyorsun.”

Geri çekildim. Sadece yardım etmeye çalışıyordum.

“Özür dilerim,” dedim usulca.

Ben'in bakışları bir anlığına yumuşayıp tekrar sertleşti. “Peki, tamam. Özrün kabul edildi.” Bana umutla baktığında gitmemi istediğini fark ettim.

İç çekti ve bana yürüyüp beni evden çıkarmak için rehberlik ediyormuş gibi yaptı.

Benle birlikte evin içinde dolaşmak durumu daha da gizemli bir hale getirdi. Genç bir adam neden ormanın ortasındaki bir evde tek başına yaşıyordu?

Ve dahası neden ev sanki elli yıldır içinde kimse yaşamıyormuş gibi duruyordu?

Ön kapıya geldiğimizde gözlerini devirdi. “Kapıyı da açık bırakmışsın.”

“Tuzağa düşmek istemedim.”

Ağzı açıldı ama geçmem için kapıyı açarken hiçbir şey söylemedi. Kızgın bir şekilde kapıdan çıktım ve saniyeler geçmeden arkamdan kapandığını duydum.

Hızla ilerledim çünkü beni yakalayacağından korkuyordum.

Gıcırdayan verandanın kırık dökük merdivenlerinden aşağı inerken göğsümde öfkenin alevlendiğini hissettim. Ben’in bakımsız çimlerinin üzerine basarak ağaçların arasında ilerledim.

Tam ormana girmek üzereyken hışırtı sesi beni duraklattı. Durdum ve ağaçları izledim. Devam edip etmeyeceğinden emin değildim.

Birdenbire önümdeki çalılar hareket etmeye başladı. Geriye doğru tökezledim çünkü cidden korkmuştum.

Hışırtı kesildi. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum ki sesi çıkaran yaratık ağaçların arasından bana doğru gelmeye başladı.

O bir kurttu.

Bana baktı ve tüyleri kalkarken çenesini kaldırdı. Gözleri siyah ve kısıktı. Kuyruğu yeri süpürüyordu.

Göğsünden derin bir hırıltı yükseldi ve bana doğru adım atarken yoğunlaştı.

Çığlık attım ve kurt sanki günlük rutinine ilginçlik katmışım gibi dişlerini gıcırdattı.

Kahretsin.

Kurt hamle yapmadan önce ellerimi havaya kaldıracak zamanım yoktu.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok