Lanetli Prenses - Kitap kapağı

Lanetli Prenses

Silver Taurus

İkinci Bölüm: Lanet

AMARİ

Dişlerimi sıktım.

“Başka bir şey mi kullanmalıyız acaba? Çığlık atmıyor,” dedi bir ses. Onu duymazdan gelip sırtımdaki lanet kırbaca konsantre olmaya çalıştım.

“Yeter! Diğer kırbacı kullan, sivri uçlu olanı,” dedi başka biri, bıkkın bir sesle.

Zorlukla yutkunarak kendimi gelecek olana hazırlamaya çalıştım. İçimde beliren mide bulandırıcı his nefes almamı bile zorlaştırıyordu.

Sessizce önümdeki duvara baktım. Onların önünde ağlayamazdım, bir daha olmazdı.

“Bakalım bu sefer çığlık atacak mısın?” dedi arkamdaki ses.

Başımı öne eğdim. Çikolata kahvesi saçlarım yüzümü çevreliyordu. Daha önce alnımdan damlayan kan şimdi yüzümde kurumuş, saçlarım yüzümdeki kana yapışmıştı.

Metal çivilerin beton zeminde çıkardığı tırmalama sesini duyunca kurumuş dudağımı sertçe ısırdım.

Dayan, diye mırıldandım içimden. Ne kadar zayıf olduğumu onlara göstermeyi planlamıyordum. Asla onlara zayıflığımı göstermemiştim ve göstermeyecektim de.

Adamın tekrar geri geldiğini hissettim.

Çok fazla ısırdığım için dudağım acıyor, kanın metalik tadı midemi bulandırıyordu. Beni daha ne kadar bu şekilde tutmayı planlıyorlardı?

Yanma hissinin sırtıma yayıldığını hissettim. Görüşüm bulanıklaşmıştı. Ağzımın içinden küfrettim. Sadece uyanık kalmaya çalış. Kan kaybı gözlerimi açık tutmamı zorlaştırıyordu.

Adam, “Yeter,” dediğinde rahat bir nefes aldım. “Onu odasına kilitleyin. Yemek yok, sadece su.”

Zincirlerin kilidini açtıklarında dizlerimin üzerine çöktüm. Zemin kanla kaplanmıştı. Ellerim titriyordu.

Gözyaşlarım akmak için savaşırken gözlerim yanmaya başlamıştı. Yapamazdım, burada olmazdı.

Saçlarımın çekildiğini hissettiğimde çığlık attım. Saçlarımı çeken kişiye uzanmaya çalıştım ama yapamadım. Neden bu kadar güçsüzdüm?

Anahtarlar birbirine karışırken bir kapı açıldı ve adam beni içeri fırlattı. Yüzüm soğuk beton zemine çarpınca inledim. Acı içindeki bedenimi kaldırmaya çalıştım ama kaburgalarımdaki ani bir ağrı nefesimi kesmişti.

“Orospu,” diye homurdandı adam beni tekrar tekmelerken. Biraz nefes almak için öksürdüm ve sürünerek ondan uzaklaştım. Zor zar nefes alırken kendimi yere bıraktım.

Adam sadece homurdanıp kapıyı çarptı. Sonunda sessizliğe gömülürken gözyaşlarımı serbest bırakmıştım. Acı, üzüntü ve cinnet hıçkırıkları arasında tüm bunların nedenini merak ediyordum.

Hayatın bazen neden adaletsiz olduğunu hiç merak ettiniz mi? Bazı şeyler neden oluyordu? Neden benim gibi tek suçu doğmak olan bir kız bu tür bir acıyı hak ediyordu?

Doğmak, işlediğim tek günahtı. Doğar doğmaz lanetlenmiş olmanın yükünü ölene kadar omuzlarımda taşıyacaktım. Bir ailem vardı, ya da onlar kendilerine ailem diyorlardı ama sadece öyleymiş gibi davranıyorlardı.

Ben sadece şanssız biriydim. Sözde babamın yaptığı bir hata yüzünden lanetlenmiş bir kızdım. Bu benim hatam mıydı? Hayır. Ama şimdi babamın hatası olan bir şeyin cezasını ben çekmek zorundaydım.

Sakinleştikten sonra yavaşça ayağa kalktım. Yırtık elbisem sıska bedenimden dökülüyordu. Elbiseyi üzerimden çıkarıp banyoya doğru yürüdüm.

Her adımda yüzümü buruşturuyordum. Sonunda ışıkları açıp gözlerimi kapadım. Kör edici sarı ışık gözlerimi acıtıyordu.

Çelimsiz bedenimle yalpalayarak çatlak aynanın karşısına geçtim. Nefes nefese gözlerimi başka yere çevirdim. Korkunç görünüyordum.

Aynada tekrar kendime bakarken, “Bir şey yok, iyisin,” diye mırıldandım.

Vücudumu çürükler, kan ve yara izleri kaplamıştı. Çoğu izler göğsümde, bacaklarımda ve sırtımdaydı. Kollarımda birkaç çürük görünüyordu ve yüzümde boynumun hemen yanında tek bir yara izi vardı.

Evet, boynumda kız kardeşimin beni öldürmeye çalışırken açtığı bir yara izi vardı.

Musluğa uzanıp titreyen ellerime biraz su aldım ve derin bir nefes alarak suyu sırtıma püskürttüm. Soğuk suyun cildime battığını hissettiğimde dudaklarımdan küçük bir çığlık çıkmıştı.

Aynada kendime bakarken başımı salladım. Yaralarımı temizlemek için bir banyoya ihtiyacım vardı. Sonra yaralarımla ilgilenebilirdim.

Küçük adımlarla duşa ulaşıp musluğu açtım. Soğuk su tenimden aşağı akarken daha çok ağlamama neden oluyordu. Acı dayanılmazdı ama dayanmak zorundaydım. Bu ilk kez olmuyordu.

Ağzımı kapatarak sessizce hıçkırdım.

“Neden ben?” diye isyan ettim hıçkırıklar arasında.

Sırtımdaki devasa çürüğe bakarken irkilerek derin bir nefes aldım. Yaralarıma odaklanmışken yatak odamın kapısının aniden çalındığını duydum.

Ailemden biri olabileceğini düşünerek gerilmiştim. Beni cezalandırmak için geri mi gelmişlerdi?

“İçeri gel,” diye kekeledim endişeyle. Çarşafları kavrayarak kendimi hazırladım. Kimdi o?

Kapıyı biri açtı, siyah saçlı biriydi.

“Mayah?” diye fısıldadım, emin olamayarak.

“Hey,” dedi hizmetçi kız, kapıyı açıp sessizce içeri girdi.

“Neden buradasın?” diye sordum, geçen seferki gibi cezalandırılacağından endişelenerek. “Geri dön!”

“Hayır leydim, dönmeyeceğim,” dedi Mayah göğsümü acıtan sıcak bir gülümsemeyle.

“Ama ceza alabilirsin, lütfen,” diye yalvardım ona.

Mayah sarayda, yani benim evimde çalışan bir hizmetçiydi. Ben herkesin nefret ettiği bir prensestim. Şehir halkı gerçeği bilmiyordu. En küçük prensesin nasıl işkence gördüğünü hiç görmemişlerdi.

Ve Mayah bana yardım eden tek hizmetçiydi. Benden büyüktü ve bana değer veriyordu. Bana sevgi gösteren tek kişiydi.

“Buraya gel, bana izin ver,” dedi Mayah, ilaçları sakladığım küçük acil durum çantasını alarak.

Nefesinin kesilmesi, bu morlukların öncekilerden daha kötü olduğunu anlamam için yeterliydi. İç çekerek yaralarımı kapatmasına izin verdim. Birkaç dakika sonra Mayah işini bitirdi.

Mayah çantayı kapatırken, “Her şey tamam,” dedi. “Dinlen, sana yiyecek bir şeyler getireceğim.”

Ona teşekkür ederken içtenlikle gülümsedim.

Odamın etrafına bakındım. Gri duvarlar ve tavandan sarkan perdeler gri yatak odamı süslüyordu. Bir prenses olmama rağmen neredeyse hiç mobilyam yoktu.

Sahip olduğum tek şey beyaz, ahşap bir dolap, bir makyaj masası, yatağım ve bir komodindi. Odam soğuk, karanlık ve yalnızdı.

Canavar babam, Pallatine İmparatorluğu’nun Kralı Azar, büyük bir hata yapmıştı. Bir cadıya ihanet etmişti.

Pallatine İmparatorluğu’nda cadılar, büyücüler, avcılar ve diğer yaratıklar yaşıyordu. Ve bir cadıya ihanet eden tek imparatorluk bizdik.

Babam Kral Azar’ın bilmediği şey, ihanet ettiği cadının ondan intikam alacağıydı ve öyle de olmuştu. Cadı iki oğlunu öldürmüş, henüz bebek olan beni de lanetlemişti.

Onu büyük kızı ve lanetli bir bebekle bırakmıştı.

Tüm bunların nedenini merak etmediğim tek bir gün bile yoktu. Daha bebektim. Sırf bu yüzden annem kendini öldürmüştü.

Ve şimdi kral olan babam ne zaman sinirlense hıncını benden çıkarıyordu. Sadece o da değil, herkes hıncını benden çıkarırdı.

Sarayda bana lanetli derlerdi. Kimse bana yaklaşmaz, kimse benimle konuşmazdı. Hiç arkadaşım yoktu, hiç kimse. Sahip olduğum tek şey yalnız geceler ve kanlı gözyaşlarıydı, onlar benim yoldaşlarımdı.

Yine de her şeye rağmen gülümsüyordum. Çünkü bunca zaman zayıflığımı ya da gözyaşlarımı onlara hiç göstermemiştim. Her cezada, her işkencede, her zehirli sözde, onların karşısında asla zayıflık göstermemiştim.

Çünkü ne olursa olsun buradan kurtulmaya kararlıydım. Yaşayacak sadece iki yılım kalmıştı ve ne olursa olsun hayalini kurduğum o özgürlüğe kavuşacaktım.

Ertesi gün aynı rutinimle uyandım. Pencereleri açtım, banyo yaptım, yırtık pırtık kıyafetlerimi giydim ve kitap okudum.

Babam bu odadan dışarı çıkmama izin vermiyordu. Burası benim kafesimdi. Dünyanın geri kalanından uzakta hapis hayatı yaşıyordum. Dışarı çıkabildiğim tek zaman, tüm kraliyet ailesinin hazır bulunması gereken zamanlardı.

Pencereden dışarıya, mavi gökyüzüne baktım. Pırıl pırıl parlayan güneş pencereden içeri süzülüyordu. Rüzgâr yavaşça eserken kuşlar cıvıldıyordu. Mükemmel bir bahar havasıydı.

Sonra hüzünle gülümseyerek kalenin duvarlarına baktım. Onların arkasında ne olduğunu hep merak etmişimdir. Güzel miydi? Muhteşem ve güzel gül tarlaları var mıydı? Yemekler, insanlar, onlar nasıldı?

Elimdeki kitaba dönüp baktığımda gülümsedim. Hayal ettiğim tek şey bir fanteziydi. Gidebildiğim tek yer okuduğum hikâyelerdeki yerlerdi. İç çekerek tekrar dışarı baktım.

Yatak odam kalenin doğu kanadındaydı. Burası çok az kişinin ziyaret ettiği bir yerdi.

Başımı pencerenin çerçevesine yaslayarak iç çektim. Yaralarım hâlâ acıyordu. Acılarım düne göre azalmıştı ama en ufak bir hareket bile içimi sızlatıyordu.

Sefil hayatımı düşünürken hafifçe vurulan kapıyla düşüncelerimden sıyrıldım ve kapıya baktım.

“Kim o?” diye seslendim.

Ani bir çarpmayla yatak odasının kapısı açıldı ve içeriye baş hizmetçi girdi. Kitabımı kapatarak korkuyla doğruldum.

Beni tepeden tırnağa süzerken baş hizmetçi homurdandı. Elimdeki kitabı kavrayarak başımı eğdim.

“Hazırlanman gerekiyor,” diye bağırdı baş hizmetçi. Şaşırarak başımı kaldırdım. Ellerinde giysi ve ayakkabılarla içeri giren birkaç hizmetçi daha gördüm.

“HEMEN!” diye bağırdığında irkilmiştim. Çabucak başımı salladım ve elimdeki kitabı makyaj masasının üzerine bıraktım.

Hizmetçiler kolumdan tutarak beni soymaya başladılar. Her dokunuşta ve dönüşte irkiliyordum. Hizmetçiler vücudumu temizleyip giyinmeme yardım ederken yaralarım zonkluyordu.

Neden çağrıldığımı merak ediyordum ama en iyisi çenemi kapalı tutmaktı.

“Arkanı dön,” dedi baş hizmetçi. Yavaşça dönerken hızlı dönmem için beni itti.

Dudağımı ısırarak kendimi olacaklara hazırladım. Beni bir korsenin içine sıkıştırırken nefes aldım ve bakışlarımı tam önümdeki aynada tuttum. Baş hizmetçi korseyi sıkmaya devam ettikçe sırtımdaki yaralar zonkluyordu.

Yanağımdan tek bir damla gözyaşı süzüldü ama acıyı bastırarak başımı dik tuttum.

Baş hizmetçinin ve diğerlerinin işi bitip son dokunuşları yaptıklarında aynada kendime baktım.

Gözlerimi daha mavi gösteren uzun, fırfırlı mavi bir elbise giyiyordum. Korse ince bedenimi vurguluyor, belim daha ince, göğüslerim şehvetli ve kalçalarım daha kalın görünüyordu.

Hizmetçiler saçımı tepeden bir atkuyruğu yapıp makyajımı sade tutmuşlardı. Yüzüme pudra sürmelerine rağmen çillerim hâlâ görünüyordu. Kulaklarımda basit, altın küpeler vardı.

İşleri bittiğinde baş hizmetçi herkesin odadan çıkmasını istedi.

Gergin bir şekilde ellerimle oynuyordum.

“Kral seni emretti. Yani sadece siz olacaksınız, başka kimse yok. Seni neden çağırdığını sana kral açıklayacak. Anlaşıldı mı?” diye sordu baş hizmetçi bana sertçe bakarken.

Başımı öne eğerek, “Evet hanımefendi,” dedim.

“Güzel, şimdi gidelim,” derken kapıyı açtı.

Başımı eğerek baş hizmetçiyi takip ettim. Bizi gören herkes merakla bana bakıyordu. Herkes beni tanıyordu ama çok azı beni görmüştü.

Bu o mu?

Evet, şu lanetli olan.

Ah, onu ilk kez görüyorum.

O sadece lanetli bir kadın.

Şuna bak, çok çirkin.

Nefret dolu.

Kral ondan nefret ediyor.

Neden onu öldürmedi?

Meraklı gözlerle bana bakarken herkes bir şeyler fısıldıyordu. Kendimi kapana kısılmış bir fare gibi hissediyordum.

Sırıtarak söyledikleri her şeyin komik olduğunu düşünmeye çalıştım. Sözlerinin beni yaralamasına izin veremezdim. Ben zayıf bir kız değildim.

Tüm bu olaylara karışmış, masum bir kızdım sadece. Hepsi babam yüzündendi.

Durdum ve başımı kaldırdım. Uzun boylu, iki muhafız başları dik bir şekilde kapıda duruyordu. İkisi de bana bakmıyordu. Başımı dik tutarak hissettiğim tüm acıyı yuttum.

“Ceza almak istemiyorsan görgü kurallarını unutma,” diye fısıldadı baş hizmetçi kulağıma.

Taht odasının kapıları açılırken itaatkâr bir şekilde başımı salladım. Koridorda dururken beni sesler ve kahkahalar karşılamıştı. İçeri adım atarken elbisemi kaldırdım ve odanın ortasına doğru yürümeye başladım.

Altın çörtenlerle kaplı beyaz ve altın duvarlar devasa taht odasını süslüyordu. Yerin ortasında kırmızı bir halı uzanıyordu.

Yanan avizelerin ışıkları, beyaz mermer zemine yansıyarak mekânı aydınlatıyordu.

Beni fark eden herkes susmuştu. Tüm gözler bana bir avmışım gibi bakıyordu.

Altın desenli ahşap sandalyelerde en az on iki adam oturuyordu. Her adamın yanında bir kadeh şarap ve yiyecek vardı.

Yaşlı aptallar bana bakıyordu. Bazıları tiksintiyle, bazıları beni yiyip bitirecek bir sırıtışla, bazıları da altın tahtında oturan babam gibi nefretle.

“Pallatine İmparatorluğu’nun kralı çok yaşa,” dedim başımı saygıyla eğerek.

“Başını kaldırabilirsin,” dedi babam Kral Azar. Dediğini yaparak ona baktım. Tıpkı benimki gibi kahverengi gözleri ve çikolata rengi saçları vardı. Bana tiksintiyle bakıyordu. Neden benden bu kadar nefret ediyordu?

“Demek diğer kızın bu?” dedi bir adam, ben yan tarafa bakarken.

“Çirkin olduğunu duymuştum ama çok güzelmiş,” dedi başka bir ses.

“O yara izlerine sahip olması ne yazık,” dedi ilk adam tekrar.

Gözlerimi önüme dikmiş, babama bakıyordum. Gözleri benimkilerden hiç ayrılmıyor, içimde bir delik açıyordu.

“Yeter,” derken babam elini yumruk yaptı ve başını yumruk yaptığı eline yasladı. Öfkesini zapt etmeye çalıştığını biliyordum. “Prenses, seni çağırdık çünkü sana bir haberimiz var.”

Kaşlarımı hafifçe çattım. Ne haberinden bahsediyordu?

“Yapmamız gereken küçük, acil bir anlaşma vardı ve bu anlaşma için seni seçtik,” dedi babam kaşlarını çatıp bana bakarken. Kafam o kadar karışmıştı ki gözlerimi yere çevirmiştim.

Bir hata yaparak ağzımı açtım ve, “Ne anlaşmasından bahsediyorsunuz?” diye sordum.

İzinsiz konuştuğumu biraz geç fark etmiştim. Başımı hemen öne eğdim. Bunu yaptığım için cezalandırılacağımı biliyordum, korkmaya başlamıştım.

“Bir evlilik anlaşması!” diye karşılık verdi babam. Yüzü öfkeyle seğirdi. Kirpiklerimin arasından baktığımda tahtının kolçağını kavradığını gördüm. “Evlendirileceksin.”

Kimse tek kelime etmiyordu. Babamın devam etmesini bekledim. Sözleri kafamın içinde dönerken parmaklarım derimi deliyordu. Beni evlendiriyor muydu? Evleniyor muydum?

“Söylesene artık,” dedi bir adam, sinirli bir şekilde. Konuşan kişiye baktım ve kim olduğunu görünce tekrar gözlerimi kaçırdım.

“Şerefsiz,” diye mırıldandım ağzımın içinden.

Daha önce fark etmemiştim ama dayım önde oturuyordu. Kendisi rahmetli annemin kardeşiydi. Annemin ölümünden beni sorumlu tuttuğu için benden nefret ediyordu.

“Pallatine İmparatorluğu’nun Prensesi, Etuicia İmparatorluğu’nun Kralı ile evleneceksin. Kral Maximus Joric Perica ile.”

Başımı kaldırdım.

“Ne?” diye mırıldandım inanamayarak. Etuicia İmparatorluğu’nun Kralıyla mı evlendirilecektim? Ama o düşman imparatorluğuydu, bizim düşmanımızdı.

“Yarından itibaren artık bu imparatorluğa ait değilsin. Etuicia İmparatorluğu’na götürülmek üzere hazırlanacaksın,” dedi babam. “Şimdi herkes çıksın.”

Şoke olmuş bir hâlde olduğum yerde kalakalmıştım. Kelimeleri bir araya getirmeye çalışıyordum ama açık ağzımdan hiçbir şey çıkmıyordu. Sonra elimi titreyen ağzıma götürdüğümde önümde bir gölgenin durduğunu gördüm.

Şaşırarak başımı kaldırdım. Babam Kral Azar bana bakıyordu. Uzun ve devasa cüssesi bana kendimi olduğumdan daha küçük hissettiriyordu.

Bana bir tokat attığında dizlerimin üzerine çöktüm.

“Sana konuşma iznini kim verdi?” dedi bana ters ters bakarken. Yanan yanağımı tuttum. Ağzımdaki metalik tat yaralandığımın işaretiydi.

“Oldukça şanslı bir kaltaksın. Eğer yarın Etuicia İmparatorluğu’na götürülecek olmasaydın seni bayıltana kadar tokatlardım.”

Gözlerim yaşlarla dolmuştu.

“Tanrıya şükür sonunda senden kurtuluyorum. Her küçük pisliğini yanında götürdüğünden emin ol. Ne diyorum ben? Sahip olduğun bir şey mi var sanki.” diye tısladı babam yüzüme tükürürken. Sözleri üzerine ürpermiştim.

Tükürüğünü elimle temizledikten sonra ona baktım. İlk kez gözlerinin büyüdüğünü görüyordum.

“Senin gibi işe yaramaz bir pislikten kurtulduğum için asıl ben mutluyum!” diye çıkıştım öfkeyle.

Babam saçlarımdan tutup, “Ne dedin sen?” derken çığlık attım. “Söyle!”

Cesaretimi toplayarak yüzüne tükürdüm. Öfkeyle inledikten sonra beni tekmeledi. Nefes nefese karnımı tuttum.

“Hiç doğmamış olması gereken, işe yaramaz bir pislik olan sensin. Defol şimdi,” dedi saçlarımı bırakarak.

Ayağa kalktığımda gözyaşlarımı serbest bıraktım ve ona sırtımı dönerek odadan çıktım.

Yatak odama doğru koşmaya başlamıştım. Odam o kadar uzak geliyordu ki sanki boğuluyordum. Yüksek sesle hıçkırarak merdivenleri çıktım ve kendimi odama kilitledim. Kapıya yaslanıp yere kayarken yüksek sesle ağlıyordum. İçimde biriken tüm acıyı dışarıya atıyordum.

Öfkeyle saçlarımı bozdum. Her şeyden bunalmış bir şekilde soyundum. Korse yüzünden yaralarım uyuşmuştu. Sırtıma baktığımda yere kan damladığını gördüm.

İçinde ilaç olan acil durum çantasını alıp açtım. Titreyen ellerimle kanayan yaralarımı kapatmaya çalışıyordum. Ama gözyaşlarım bunu daha da zorlaştırıyordu.

Elimin tersiyle yüzümü kuruladıktan sonra öfkeyle yumruğumu aynaya geçirdim.

Öfke bedenimi terk ederken sonunda sakinleşmiştim.

“Prenses?” Mayah tatlı sesiyle kapının diğer tarafından bana sesleniyordu.

“Git buradan!” diye bağırdım. Onu görecek havamda değildim.

Gitmesini bekleyerek sıkıca musluğu kavradım.

“Özgür olacaksın,” diye mırıldandım cam kırıklarının arasından yüzüme bakarken. “Bu senin şansın.”

Ertesi gün sabah erkenden baş hizmetçi diğer hizmetçilerle birlikte odama gelmiş, yeşil bir elbise giymeme yardım etmişlerdi. Hazırlandıktan sonra sahip olduğum birkaç şeyi alıp odadan çıktım.

Son on sekiz yıldır kafesim olan odaya son bir kez baktım ve sessizce kafesimle vedalaştım.

İmparatorluğun amblemini taşıyan kahverengi bir araba kapıda beni bekliyordu. Arabayı iki beyaz at çekiyordu ve küçük valizlerimi arabaya koymama yardım eden iki arabacı vardı.

Arabaya adımımı atarken arkama baktım. Kimse beni uğurlamaya gelmemişti. Hüzünle gülümseyerek pencerenin perdesini kapattım.

Arabacı bir emir verdiğinde arabanın hareket ettiğini hissettim. Atlar ilerlerken kişniyorlardı.

İç çekerek başımı kabarık yastığa yasladım. “En azından bana güzel bir araba verdi,” diye mırıldandım üzüntüyle.

Sıkılarak pencerenin perdesini açtım. Hava kasvetliydi, tıpkı kalbim gibi. İç çekerek çenemi elime yasladım.

“Sonunda özgürsün,” dedim kendi kendime. “Onun işkencelerinden kurtuldun.”

Ben Amari’ydim, Pallatine İmparatorluğu’nun prensesi. Lanetli bir kız. Doğduğumda bana bir lanet bahşedilmişti. Yirmi yaşıma geldiğimde hayatımı elimden alacak bir lanet. Mezarıma götüreceğim bir lanet. Bu lanet hep benimle olacaktı.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok